İstanbul'da yağmur var!

Aylardan Temmuz.
Hem de öyle başı falan değil, tastamam 26'sı veeee
İstanbul yağmur altında!
Gök gürültülü, şimşekli, sağanak yağmur.
Hava bütün gün 35 derecenin sınırlarını zorladı ve akşam üzeri bir anda simsiyah oldu gökyüzü.
Aniden.
Şu anda bardaktan boşanırcasına yağıyor.
Nasıl güzel!
Mevsimin bize sunduklarının ötesindeki bu beklenmeyenler, bu sürprizler ne kadar hoş!
Doğanın mutluluk nidalarını duyar gibiyim.
Çimler, ağaçlar, çiçekler sanki bir başka havaya büründüler.
Gündüz sıcağında pestilleri çıkmış, adeta avurtları çökmüş görünen topluluk, yağmuru görünce nasıl da serpildiler, enerjiyle doldular, kikirdeşmeye başladılar...
Yağ yağ yağmur,
Teknede hamur,
Ver Allahım ver,
Dolu dolu yağmur...

Meğer oğluymuş!

Bu sabah manava gittim.
Tam alışveriş yaparken hemen yakınımızdaki camiden sela verilmeye başlandı.
Manav beni tanır, "biliyor musunuz sela verilen kişi bizim komşu, oğlu çekmiş bir şeyler, sabaha karşı gelmiş eve, babasına kurşunlar yağdırmış" dedi.
...
Gazetelerde okuyoruz ama bir şekilde kanıksamış olduğumuzdan, bir şey hissetmeden başka habere geçebiliyoruz.
Bu ise, farklı bir etki yaptı bende.
Dondum kaldım.
"Nasıl yani?", "0ğlu mu?", "Kendi babasını mı öldürmüş?", "Nasıl yaniiii???"
Düşünsenize, tam dibimizde bir yerlerde bir kaç gün önce bu olay yaşanmış, şimdi de camiden anons ediliyor. Bu kadar gerçek!

Hemen aklıma yollarda karşılaştığımız insanlar geldi.
Kimi zaman toplum kurallarına uygun davranmadıkları için dışladığımız, kınayan gözlerle baktığımız, sözlü olarak uyardığımız ya da daha ileriye giderek bağırıp çağırdığımız...

Ne diyorsunuz?
Nereden bileceğiz kim ne kullanıyor?
Nasıl bir ruhsal vaziyette?
Deli mi divane mi?
...
Bilemeyeceğimiz için dikkat etmek lazım.
Babasını öldürebilecek kadar ileri gidenler olduğunu hatırlamalıyız.
Daha pek çok şeyi yapabilecekler olduğunu da tabii ki.

Bugün şöyle bir durdum ve "Aman" dedim, "Kendine hakim olmayı elden bırakma..."

İstanbul'da...Evde...bir Cuma akşamı...

İstanbul'da bir Cuma akşamı. Saatler 19:16'yı gösteriyor şu anda. Bakalım yazının sonunda kaçı gösterecek.

Hava sıcak. Aylardan Temmuz.

Öyle bir nem var ki, surduğun yerde şıpır şıpır terliyorsun gündüz.
Ama şu anda, ben Kemerburgaz'da evin balkonunda oturmuş, püfür püfür rüzgarın tadını çıkarıyorum.

Balkonda bir masa, bir sandalye, sardunyalar, lavanta, yasemin ve Hollanda'dan getirdiğim çiçekler var.
Bir de Hakan'ın parmak arası terliklerini gördüm şimdi.

Masanın üzerinde ise, çok sevdiğim beyaz bir örtü, bu yazıyı bu ortamda yazmamı sağlayan laptop, bir adet 33'lük Efes Pilsen, ahşap bir kapta kuruyemiş, bir not defteri, ajandam, kalem, cep telefonu, Capital dergisi ve kitapçıkları, cep telefonum...
Aaaa ev telefonu da buradaymış.
Tüm iletişim kanallarımız açık anlaşılan.

Hakan İskenderun'da. Bu akşam dönecekti ama iş bitmedi, gelemiyor.
onsuz bir akşam.

Yalnızım evde.

Mutfaktan müzik sesi geliyor.

Saat 19:23 şu anda.

Yalnızım.

Çok zor başarabildiğim bir şey bu. Yalnız kalmayı kastediyorum.

Benim için güzel bir deneyim oluyor şu anda.

Yapacak çok önemli bir işim olsaydı umurumda olmazdı, farkına varmazdım.

Ama yok.

veeee, haydi bakalım Eylem hanım, nasıl idare edeceksiniz bu durumu.

Biramı hüplettiğim için, yüzümde salak bir gülümseme var yazarken. böyle kafamın hafif puslu olduğu zamanlar hoşuma gidiyor. Güzel olan da bunu yapmak için sadece 1 şişe bira içmemin yetmesi.

Aaaa, şimdi aklıma geldi, bu akşam Özgür geliyor Hollanda'dan! Ama bu sefer bebişle geldiği için direkt İzmir'e uçuyorlar. Belki onları görmek için kaçarım bir ara Kuşadası'na. Ne de olsa 1,5 ay burada. Bebişi çok merak ediyorum. Fotoğrafları öyle tatlı ki...

Beynim seri bir şekilde çalışıyor.

Dedim ve nazar değdirdim.

Neyse, Hakkuş yok ve ben hala gece evde yalnız uyuyanıyorum ya, Şinoş gelecek ama çok yoğun olduğundan kaçta çıkacağı belli değil. Demek ki, epey bir kendi halimde takılacağım.

...

İstanbul'da bir Cuma akşamı. Ben evdeyim. Aklımdan Suada geçiyor. Hakan olsa, "oraya gidelim" derdim. Sadece onunla gitmeyi isterdim. O yüzden çıkmayacağım bu akşam. Evdeyim.

Beklerim :)

Saatler 19:32'yi gösteriyor...

96'dan bugüne KEYİFLE...

Bugün uzun zamandan beri görmediğim bir arkadaşımla, Burcu'yla karşılaştım Cevahir Alışveriş Merkezi'nde.

Planlamadan gitmiş, ama girdikten sonra da bir mağazayı özellikle aramıştım.
Hatta bulmak için bir kaç kez bir aşağı bir yukarı inip çıktım katlar arasında çünkü sağolalım biz Türkler bir yer sorulunca bilsek de bilmesek de verecek bir cevabımız olur, ama doğru ama yanlış...

Mağazaya girdiğim anda da Burcu tam karşımdaydı!

Ne tesadüf!

Bu yüzden belirttim önceki detayları...Herşey tam zamanında oldu :)

Onunla lisede aynı sıraları paylaşmış, üniversitede de beraber okumuş, sonrasında ise, yani mezun olduğumuz 1996 yılından bugüne, facebook haricinde hiç karşılaşmamıştık.

Bir yerde oturup sohbet ettik, 1 saat kadar.

Hayatımın o günden bugüne kadar geçen vurucu ayrıntılarını paylaşmaya yetti bu zaman.

Aynı şekilde onu da dinlemeye tabii ki...

Ve ne düşündüm biliyor musun, bir gün, aradan 14 yıl değil de 44 yıl geçmiş olacak.

Ve o gün, geçen onca yılda yaşananları keyifle anlatmak için, önümdeki 30 yıl boyunca GERÇEKTEN KEYİFLİ ŞEYLER yapmalıyım!!!

Sana da öneriyorum, denesene şöyle bir geriye bakıp bugüne kadar geçenleri anlatmayı ya da yazmayı.

İnan ki, zaman uzun da olsa, yaşananlar tekrar eder nitelikte ise anlatacak pek fazla şeyin olamaz.

Hz. Muhammed'in çok sevdiğim - ve bildiğim tek sözü olduğunu da itiraf ediyorum - bir sözü "cuk" oturuyor buraya: "Eğer iki günüm de aynı geçmişse, birini kayıp sayarım"

Bir de diş olayımız var

Geçenlerde Elif'in kızı Defne anaokulunda düşmüş ve ön dişini kırmış.
Bir süre kimseye çaktırmamış.
Neyse sonunda bir şekilde ortaya çıktı ve baktılar ki durum pek parlak değil, çektiler dişi.
Hem de süt dişini!
Çünkü Defne henüz 4 yaşında.
Ama gelin görün ki Defne durumdan memnun.
Sebebi de büyüdüğünü sanması.
Ablaların dişleri dökülüyor ya...

Çocuklar ne alem diye düşündüm.

Dişsiz çok komik görünüyorlar, ama yine de o eksik dişleriyle kocaman gülüyorlar.
Çok da mutlu oluyorlar.

Biz ise herşeyimiz tastamam olsa da "zoncuk zoncuk" geziniyoruz.
Yetinmiyoruz.
Mutlu olmuyoruz.
Gülmüyoruz.

Yalan mı?

Çabalayanlar ve Ense Yapanlar

Bazen yakınımızdakiler için bir şeyler yaparken, çok fazla kendimizden verdiğimizi hissederiz.
Düzeltiyorum, biz hissetmeyiz de, durumu bilen ve bizi gerçekten seven dostlarımız bunu gözlemler ve bizimle paylaşırlar. "Biraz fazla değil mi sence yaptıkların? Neden sadece sen üstleniyorsun?..."
Ve cevabımız hazırdır, "Ne yapayım, ben yapmazsam kimse oralı olmuyor..."

Düşünmek lazım acaba biz o kadar çok herşeyin içerisinde olduğumuz için, diğerleri de nasılsa kontrol bizde diye ellerini eteklerini çekmiş olabilirler mi?
Onlara gerek kalmadığı hissini uyandırıyor olabiliriz.
Yorulsak da bunu göstermiyor olabiliriz.
İnsanoğlu da bencil bir varlık, birilerinin herşeyi sırtlandığı durumlarda, "Yahu sen ne haldesin? Biraz dur da ben taşıyayım..." der mi sizce?

Bir de şu önemli. Biz bir şeyler için çabalıyoruz da, acaba çabaladığımız insan gerçekten o yaptıklarımızı mı istiyor? Yoksa karşımızdaki için bize göre en iyi olan (mükemmel) ortamı ve şartları yaratmak için boş yere mi debeleniyoruz?

Bilir misiniz, bu gibi durumlarda, siz dünyanın en kıymetli işini de çıkarsanız, karşınızdakinin vizyonu, beklentisi, arzusu ne ise sadece ona odaklı olacağı için, sizin sunduğunuz da farklı (daha üstün bile olsa) olacağı için, kimseyi memnun edemezsiniz.

Bunlar da yakın zamanda edindiğim tecrübeler...

Görüyorsunuz düşünmeye devam ediyorum!

Ve ders almaya...Hayat dersi gibisi yok bence...

Ondan bundan...

Bu gidişler iyi değil,
sevildiğini biliyorsun ve bunun tadını çıkarıyorsun,
bazen şımarıyor,
usanıyorsun,
unutuyor ve o zaman bil ki unutuluyorsun.
Uyan,
bak etrafına,
aç kalbini,
dinle,
kendini anla,
iç sesine kulak ver,
dinle diyorum,
sadece sen ol,
bak,
göreceksin,
çok basit.
Her şey burada,
bakmayı bil,
görmeyi bil,
kıymetini bil.
canım...

Bilinmeyenler

Son zamanlarda sorumluluklarım hakkında düşünüyorum.
Yaptıklarım, yapmadıklarım,
Yapabileceklerim,
ertelediklerim,
üşendiklerim,
sevdiklerim,
istediklerim,
hayallerim,
gerçeklerim,
ben,
Hakan,
ailem,
ben,
herşey,
ve hiçbir şey,
belki bir şey,
kesin,
siyah,
beyaz,
gri,
kaçmak,
kalmak,
kabullenmek,
reddetmek,
direnmek,
yaşamak...

Nazım'ın dediği gibi

YAŞAMAK BİR AĞAÇ GİBİ TEK VE HÜR VE BİR ORMAN GİBİ KARDEŞÇESİNE...

Sinoş'un doğum günü!!!

Bugün Sinoş'un doğum günü!
Akşam ofisten arkadaşları ile Sultanahmet'te Ramada'nın terasında bir kutlama olacak.
Ben Hakkuş'la ikimizin kursu olduğunu söyledim, bu yüzden saat 9'dan sonra katılabileceğimizi...
Ama tabii ki kursları erteledik ve gidiyoruz birazdan!
Yine de hedeflediğim gibi ondan önce orada olamayacağız sanırım çünkü Hakn işten ancak gelebildi ve saat şimdiden 19:36 :(
Neyse, gidelim de...
Bu arada hediyemiz mp3 player olacaktı ama onu da ayarlamakta geciktiğimiz için, bu akşam veremeyeceğiz.
Ben şu sıralar onun çılgınca çalışyor olmasını göz önüne alıp "yoğun mimar hanımefendiye bir adet defter (kapağında çok hoş şeyler yazıyor), bir kalem ama öyle sıradan değil, üzerinde post-it'i var, bu da yetmedi çingene pembesi bir post-it (bunun kenarında da kocaman dudaklar var - not yazdıkça öpücük konacak yanaklarına!!!), bir de üzerinde "canım kardeşim" yazan mum aldım!!! Yaktıkça hatırlar, Sezen Aksu'nun dediği gibi beni yakar, kendini yakar, herşeyi yakar artık!!!
Hakan duşunu alırken ben de çabucacık yazıverdim işte...

Bugün Nilay'la Historia'da buluşup uzun uzun sohbet ettik. Benden 4 yıl ileride giden bir arkadaşım olarak, çok akıllı tavsiyeler verdi.
Son zamanlarda tüm yakın arkadaşlarımdan aynı şeyleri duyuyorum neredeyse, "Yakın olduğumuz için biraz sert ve direkt konuşuyorum ama..."
Oysa benim bu gerçekçi görüşlere çok ihtiyacım var!
Beni anlıyorlar, biliyorlar, tanıyorlar, bu yüzden yorumları cuk oturuyor.

Hayatımda oldukları için çok şanslıyım!

:)

Alaçatı'dan devam...

Ziyad kite sörfü yapmak istedi. Malzemelerini getirmiş yanında.
Hemen atladık gittik, kiteçıların olduğu yere.
Rüzgar sağlam esmekteydi.
Başladı bizimki uçmaya.
Harika bir his olsa gerek.
Dalgalara doğru son sürat gidiyor ve havalanıyorsun.
Bir kaç saniye havada gidip iniyorsun tekrar denize ve slaloma devam!
Şu rüzgar sörfünü biraz daha kıvırayım, kite muhakkak denenecek!!!
Uçma hayalimi bu şekilde tatmin edebilirim bir ölçüde :)

Sonrasında klasik yerimize, sörf kumsalına döndük.
Bir şeyler atıştırıp milleti seyrettik; jibe, duck jibe, freestylecılar, slalomcular...

Bu arada Sinoş'la bizim evin planlarına baktık. Nasıl olsun, alternatifler, vs biraz konuştuk ama Sinoş çok da istekli görünmüyordu doğrusu, ben de zorlamadım. Kıza tatilde iş yaptırmak gibi...

Zaten Gürcan'la günlerdir bir kaç değişik plan üzerinde kafa patlatmıştık.
Ben somut ev örnekleri gezmeden, öyle çizimler üzerinden pek bir şey anlamıyorum. Gürcan'a gittiğimizde bize kendi kullandığı programlarla 3D birşeyler çizip göstermişti, bu şekilde biraz daha anlaşılır oldu benim için, ancak içine girip gezmek gibi olmuyor.

Bu yüzden aslında bir yer yaptırmak hiç bana göre işler değil. Ben gördüğümü, bitmişini almalıyım.

Şu anki durumumuzda böyle bir şansımız yok tabii. Elimizde bir arsa var.

Diğer taraftan bakınca, tamamen sana özel, senin tasarlayabileceğin boş bir alan işte.

Yine de bana uymuyorrrrr çünkü diyorum ya, hayal edemiyorum. Boyutları algılayamıyorum, ışığı kestiremiyorum, hissi yakalayamıyorum!

Neyse, şu ana kadar bu konuda hiç gerilmedim, bundan sonra da mümkünse bilinmezler karşısında kasılmadan ve şu işin tadını çıkara çıkara ilerlemek istiyorum. Kendimi sınamak için güzel bir fırsat, bakalım becerebilecek miyim?

Alaçatı'ya dönecek olursak, her zamanki gibi on numara bir tatil oldu.

Hakan sörfün azizliğine uğrayıp kulak zarını delince, sulardan bir süre ayrı kalmak zorunda olduğundan bir gün Ovacık taraflarına gittik. Çeşme Bağları'nı gezdik. Kulesine çıkıp 360 dereceden Ovacık manzarasına baktık. İşletme Müdürü Ekrem Bey'le sohbet ettik. Şarap yapım prosesini dinledik. Şarap, zeytinyağı ve üzüm çekirdiği aldık oradan.

Sonra Ser-Tur diye bir siteye dalıp sahiline indik. El değimemiş bir kumsal, turkuvaz bir deniz, üç beş ailenin olduğu sakin, huzurlu, dalgaların sesiyle tam anlamıyla terapi cennetine dönüşmüş bir ortam...
Yüzdüm, yüzdüm, yüzdüm...
Özgürlük...

Madem Alaçatı diyor başka bir şey demiyorum, alın size bir kaç tüyo:

Bir akşam muhakkak Agrilia'da yemek,
Bir sabah Rüzgaraltı'nda kahvaltı,
Bir akşam muhakkak Barbun'da yemek,
Yemek sonrası Köşe Kahve'de keyif (bitki çayı, kahve çeşitleri, sakızlı kurabiyeler),
Bir akşam muhakkak Şifne'de Ada Balık Fethi'nin Yeri'nde yemek,
Seviyorsanız her akşam İmren'de sakızlı muhallebi,
Her Allah'ın günü, Sörf! Çark'ta, Lanila'da, veya arkadaki diğer kafelerde atıştırmaca,
Sahilde gezen Şakir'den midye dolma, her daim,
...
Konaklamak için ille de Moy Otel!
...
Hakan'la ikimiz için Alaçatı'nın sembolü haline gelmiş, deri bileklikler için Artura Gallery! Uğur Çalışkan'a uğramalısınız! Meşhur caddemizin üzerinde, Taş Otele doğru inerken sağda göreceksiniz! Aman diyorum taklitlerinden sakının!
...
Aklıma geldikçe ekleyeceğim, keşfettikçe de...
...