Sorumluluk almaktan kaçıyorsan başarısızlık korkun olabilir...
İnsan neden sorumluk almak istemez diye hiç düşündünüz mü?
Mesela kendinize bakın bakalım, sorumluluk almaktan kaçtığınız zamanlar oluyor mu?
Benim oluyor. Hem de çok. En basit işten en zoruna, pek çok kez kendimi birşeylere bulaşmaktan, hani elini taşın altına koymak vardır ya, işte onlardan kaçarken buluyorum. Tırıs tırıs, usulca hem de...
Uzun zaman, "ben neden yönetici olamadım, aman şöyle b-ktan bir ortamdı, şunun şusu, bunun busu..." gibi bahaneleri sıralayarak, saydırarak, arkadaşlarla bir araya gelince hayıflanarak takıldım.
Ara sıra kafama takılıyordu. Yahu bu işte bir bit yeniği olmalı, yoksa yöneticilik öyle atla deve bir şey değil, üstelik bir bakıver Allah aşkına kimler yönetici oluyor...
Terapiye gittiğimde, sevgili Meltem Hanım'cığım bana, "isteseydiniz olurdunuz, demek ki içinizde, beyninizde bir yerler gerçekten istemiyor" diyordu da beni ikna edemiyordu. Pardon, Meltem Hanım'ın yaklaşımı ile ben ikna olmuyordum, "olamıyordum" bile demiyoruz çünkü herşey bizim elimizde...
"Olmak ya da olmamak" meselesinin de bununla bir ilgisi var mıdır acaba?
Neyse bir ara Meltem hanım'a gidince sorarım artık.
Dün gece, *Hachiko'yu izlemiş, ağlamış ve yatmıştık Hakkuş'la. Sohbet ediyorduk ama uyku öncesi. Konu geldi bana yine ve Hakkuş sorumluluktan kaçmamı başarısız olma korkuma bağladı.
Çok mantıklı geldi bu söylediği. Üzerinde biraz daha düşünmem lazım ama çok anlamlı bir bağlantı bence.
Başarı herhalde herkesin keyif aldığı bir şeydir. Ancak herkesin başarı tanımı, bağlılığı, bağımlılığı, başarıyı hayatında koyduğu yer farklıdır.
Bende bu çok üst sıralarda.
Kendimi bildim bileli ciddi başarılarım oldu. Ortaokul, lise yılları, üniversite ve iş hayatı...Evlilik ve sosyal yaşam, hobilerimde...Gerçekten şöyle bir değerlendirdiğimde -tamam bir şey Müdürü olamadık ama - hiç de yabana atılır başarılar değil.
Bu noktada ufak bir sorunumuz var ama, o da şu ki, ben bir hedefi koyduğumda çok heyecan duyorum, hedefe ulaşma yolundaki çabalarda heyecanım biraz azalıyor, ulaştığımda mutluluğun zirvesindeyim ancak hemen ardından başarımı unutup gidiyorum.
Hayatı boyunca bu şekilde yaşayan bir insan, kendini yeterince takdir edemez, geçmişindeki parlak dönemlerini, başarılarını unuttuğu için de aslında başarı hikayeleri olmadığını düşünür. Bu durumda başarısız olma korkusu olur. O zaman da hiç bir şeye başlayamaz...
Bu konu sandığımdan da derinlere iniyor.
Şu anda o noktalara girebilecek havada değilim, ayrıca ayıptır söylemesi birazdan yine bir iş görüşmesine gidiyorum.
Davet güzel yerden, kırmak istemedim.
Bakalım.
Konuşup göreceğiz. Beni tatmin edebilecek bir ortam sunabilecekler mi?
Bu konu devam edecek...
*Hachiko, çok güzel, duygusal bir film. Gerçek hikayeden esinlenilmiş. Başrolde Richard Gere var. Kesinlikle tavsiye ediyorum...
Sevgiler...
Zat ve ben ve bir İş Görüşmesi Komedisi
Yazacak öyle çok şey var ki, bazen içimden taştığını hissediyorum sözcüklerin.
Böyle delice bir coşkunluk halleri anlayacağınız.
Neyse hemen giriyorum konuya, bugün eve gelirken yolda aklıma geldi de, kendi kendime güldüm durdum:
Zat - Evet, burada yazan okulları ben tanımıyorum, bana biraz lise hayatınızdan bahseder misiniz?
Bendeniz - Hmm, tanımıyor olabilirsiniz (sizin uzayda olduğunuz döneme denk gelmişim belli ki), ben anlatayım size lisede nasıl bir öğrenci olduğumu...
Ne anlamsız kardeşim, bir şirketin partnerı olmuş Zat, ancak liseme takılıp kalmış. Tanımıyormuş okulu.
Herşey olabilir, ancak gazete okuyan biri ise, boy boy ilanlarını görür ve bilir insan. Garip...
Burada yönetici seviyesi için bir görüşme mi yapıyoruz yoksa anaokulu rehber öğretmenliği pozisyonuyla ilgili bir karışıklık falan mı oldu? hani liseden itibaren konuşmaya başlayacaksak, hazır girmişken çocukluğuma da dönelim bari...
Anlatıyorum, şöyleydim, böyleydim (geçmiş aradan 25 yıl ne duymak istiyorsa artık...)
Görüşmenin sonraki aşamalarında kendinden bahsederken, "Robert Kolejdeyken...", sonra "Amerika'da vık vık üniversitesinde cık cık okurken" şeklindeki yaklaşımından anlıyorum benim liseyi neden tanımadığını :)
Zat - İngilizce'yle kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
Bendeniz - Hık?
Liseyi kolejde okumuşum, üniversitede eğitimimi ingilizce yapmışım, üstüne 9 yıl Arthur Andersen'da çalışmışım yurtiçi ve yurtdışı projelerde ve şaşıracaksınız??? ama bunların hepsi CV'mde yazıyor. Acaba bu şartlar altında İngilizce ile kendimi nasıl hissedebilirim? Acaba, İngilizce bilmeyen biriyim de bu ortamlarda hayatta kalabilecek bir potansiyelim olduğu izlenimini mi uyandırdım? Garip...
Bendeniz - Walla ben çok iyi hissediyorum, isterseniz görüşmeye İngilizce devam edelim???
Bu arada, Zat zaten yarı İngilizce yarı Türkçe konuşmakta. hani diyor ki bana "size bunları soruyorum, please don't misunderstand my attitude, I'm trying to challenge you..."
Böööööööö!
Ben 4 yıldır drama dersleri alıyorum, etkili iletişim kurslarına gittim. Bize Türkçe konuşurken İngilizce kelimeler kullanmanın anlamsızlığı öğretildi. Ben de bu konuda kendimi geliştirmeye çalışıyorum.
Walla bunu da aynen bu şekilde ilettim görüşmede.
Ara ara geriliyor, sonra yatışıyoruz.
Ben bu adamı çiğ çiğ yiyeceğim, hala neden buradayım ve konuşuyoruz Allah aşkınaaaa!!!
Ve...bu şekilde...tam 2 saat arkadaşlar!
Sabrıma teşekkür ediyorum.
Neden bu kadar sabırlı davrandım? Bilmiyorum.
Zat kötü niyetli biri değildi. Sistemin ürettiği bir ucube sadece.
Bunlardan çok var.
Yapacak bir şey yok.
...
VAR tabii ki!
İşte ben başladım yazmaya.
Daha neler yazacağım.
İnsan aradıkça bulurmuş. Ben de buluyorum walla.
Ve keyifleniyorum.
He he he!!!
Bu ucubeler beni İNSANİ KOMEDYA'ya götürecek!
50'den geriye doğru...Özgürlük...
Bugün Perşembe. Geçen hafta deneme çekimlerine gittiğim dizide rol alamadım maalesef. Eğer seçilmiş olsaydım bugün muhtemelen sette olacaktım.
Ne delice bir şey.
Hayatımda bir yandan devam eden süreci düşününce komik geliyor.
Arayışta olmadığım halde, iş teklifleri geliyor, görüşme teklifleri.
Bazılarını cazip buluyor ve gidiyorum. Görüşüyorum.
Bu görüşmelere gittiğim insanlar bir yandan da böyle reklam vs çekimlerine gittiğimi bilseler daha mı az ciddiye alırlar beni acaba?
Toplumumuzda bu konularla ilgili çok sert ve kesin yargılar olduğundan böyle düşünüyorum.
En yakın çevrem bile, zaman zaman şaka yaparcasına, bazen de çok ciddi bir şekilde uyarıyor, hayal aleminde olduğumu söylüyor.
İnsan hayallerinin peşinden gitmeyecek de ne yapacak?
Neden sınırlandıralım ki kendimizi? İsteklerimize neden ket vuralım.
Sadece bir hayatımız yok mu bizim? O halde neden kendimize fırsatlar yaratmayalım?
Bazen 35 yaş çok büyük geliyor. Bazen de 50 yaşlarına geldiğimi düşünüyorum ve oradan geriye bakıp diyorum ki, "aman 35'i ne kadar da abartmışım, oysa yapabilecek ne çok şey varmış. Geçmiş 15 sene. Dile kolay..."
Böyle düşününce herşey daha bir mümkün görünüyor.
İmkansız yok.
Olmazlar da yok.
Sadece yapılabilecekler var.
Ne kadar güzel!
Uçsuz bucaksız bir alandayım.
Her yer yemyeşil.
Gökyüzü masmavi.
Beyaz bulutlar var.
Pamuk gibi.
Ama koca koca şekiller.
Huzurlu.
Kollarımı iki yana açmış koşuyorum.
Özgürüm!
Saf mıyım, salak mıyım yoksa her ikisi de mi?
Genç arkadaş da "yüzünüz iyi bir insan yüzüne benziyor, hadi alayım anahtarı" dedi. Ben de sevinçle fırladım gittim. Yürürken bir yandan da ne kadar şanslı olduğumu, etrafta ne iyi insanlar olduğunu düşündüm. Bir yandan da yüzüm iyi insan yüzü diye iyice bir sevindim.
İşim 10 dakika sürdü sürmedi, çünkü halledemedim, gerisin geri arabaya koştum. Genç arkadaş gülümseyerek gelip anahtarı verdi ve "10 TL" dedi. Yahu ben oraya normal zamanda 5 TL veriyorum. Nasıl oldu bu 10 TL? demedim, içimden geçirdim. Ve paşa paşa verdim.
Böylece iyi insan yüzünün ne demek olduğunu anladım.
"Etrafta ne iyi insanlar var" derken ne kadar iyimser davrandığımı da keşfettim.
Anlayacağınız 10 TL'ye güzel dersler aldım.
Daha ne olsun...
Unutmak ve unutulmak
Bazen konuştuklarımızı hatırlamadığımı fark ediyorum. Zaten daha önceden bildiğim şeylere, sanki ilk defa duyuyormuşum gibi tepkiler veriyorum. Unutuyorum anlatılanları. Neden?
Belki ilgimi çekmiyorlar, belki dalgınım o sırada ama dinliyormuş gibi yapıyorum, belki aklım başka yerlerde...
Son zamanlarda en yakınım da bana aynı bu şekilde davranıyor. Unutuyor anlattıklarımı. Sanki ilk defa duyuyormuş gibi şaşırıyor.
Bir süre ben de emin olamıyorum o mu yanlış yoksa ben miyim tuhaf olan.
Ama sonra anlıyorum ki ben de unutuluyorum.
Belki çok sıradan geliyor anlattıklarım, belki sıkıcı, belki hep tekrarlıyorum kendimi, belki...
Sevmedim bu halleri. İyi ki bana da oldu da nasıl bir şey olduğunu anladım unutulmanın.
Acıymış.
Anlamsız hissettiriyor insana kendini.
Anlattıklarından da soğutuyor, anlattığından da...
Ekranlar ve reklamlar
Dün bir yönetmenle tanıştım. Şu bildiğimiz film, dizi, vb işleri yürüten yönetmenlerden. Walla hayatımda ilk defa bu meslekten biriyle tanıştığım için hevesle anlatacağım. Aslında bu kadar istekli olmamın altındaki sebep yıllardır bitmek tükenmek bilmeyen meşhur olma sevdam :) hani "ekranların sevilen yüzü" olayı var ya, ondan işte.
Bu yönetmen tanıdığımız bildiğimiz biri, o yüzden ismini kullanmayayım, ondan Şeyh diye bahsedeyim istiyorum. Nedenini sormayın, öyle geldi içimden.
Şeyh çok sevdiğim bir arkadaşımın arkadaşı.
Sağolsun kamera önü ile ilgili tüm sorularıma sabırla cevap verdi.
Ekranlara adım atmak için neler yapılması gerektiği gibi basit ve sıradan sorulardan tutun da, mimikler az mı çok mu olmalı, benim yüzüm kameralar için uygun mu yoksa sıradan mı, iş yapar mı yoksa yapmaz mı,.... gibi bir dolu detaya kadar içimde yıllardır büyüyen bütün soru işaretlerini neredeyse nefes almadan tek tek sıraladım. Hazır bir yönetmene ulaşmışken fırsatı iyi değerlendirmekte fayda var diye düşündüm. Öyle değil mi? Ne de olsa 20 senedir beklemişim bu tanışmayı...
Sağolsun, Şeyh hem çok kibar hem de herşeyi anlayabileceğim bir açıklıkla, kendi işime bakmamı söyledi. Bildiğim işe...Offff... Ama bu benim hayalim, denemek istiyorum, belki çok iyi olacak!!!
Bazı soruları biraz daha teşvik edici cevaplar alabilirim umuduyla tekrar tekrar sordum. O da üşenmeden yeniden cevapladı. Ama heveslendirecek bir kelime bile kullanmadı.
Onu çok haklı bulduğum noktalar olsa da, içimdeki kamera önü sevdasının ateşi sönmedi. En azından bir reklam filmi çekimi deneyeyim diyorum. Hani tiyatro için derler ya "sahne tozu yutmak", ben de set tozu yutayım istiyorum. Sadece 1 kez.
Hayatta istediği herşeyi denemeli insan.
Uygun zaman geldiğinde bunu yapmalı.
Benim için uygun zaman gelmiştir.
Deneyeceğim...
Yanlış anlaşmalar enerji kaybı değil de ne?
Yanlış anlaşılmayı sevmiyorum. Ben söylemek istediğini direkt aktaran bir insanım. Aklımın arkasında farklı fikirler olup da lafı eveleyip gevelemeyi, yokken var, varken yok demeyi beceremem. Tercih etmem.
Ancak iletişim gerçekten zor zanaat. Ne kadar eğitimini de alsan, bazı yerlerde, bazı zamanlarda, bazı insanlarla konuşurken bakıyorsun karşındaki bambaşka manalar yüklemiş konuşulanlara.
Dilim yandığı için yazıyorum.
Hemen herkesin de başına geldiği için paylaşıyorum.
Bu hadise beni rahatsız ediyor ne yalan söyleyeyim.
Hani kötülük düşünsem, tam da karşımdakinin çıkardığı anlamı ifade etmek istesem (yani doğru anlaşılsam) içim yanmayacak. Hiç demek istemediğim, aklıma bile gelmemiş olan garip sonuçlar çıkarılınca mutsuz oluyorum.
Ve şimdi yazarken fark ettim de, ifade ve mimikler konusunda yanlış mesajlar veriyor olabilirim zaman zaman ama eğer bir kimse diğerini dikkatli dinliyorsa, art niyetsiz yaklaşıyorsa, konuşulanlardan anlatılmak istenenin dışında mesajlar çıkarmaz. Üzgünüm ama durum gerçekten bu dostlar.
Dolayısı ile bundan sonra kendimi de gözlemleyeceğim ve bakayım aşırı hassas davrandığım durumlarda karşımdakinden önce benim aklımdan neler geçiyor...
Hodri meydan!
Alaçatı'ya kök salmak güzel...
Alaçatı bizim Hakan'la tanıştığımız yer. Rüzgar sörfüyle de tanıştığım yer. Dolayısı ile hem duygularıma hitap eden adamı bulduğum hem de adrenalin sevdamı giderebileceğim yeni bir kaynağa ulaştığım çok özel bir nokta.
Ege'nin serin sularının, insanı hoşça sersemleten rüzgarının ve her daim bir şekilde huzur veren havasının beni en çok etkilediği güzel köy...
Hakan'la tanıştığımızdan beri hayalimizdi o köye bir adım atabilmek, daha doğrusu bir ayağımızı orada bırakacak kadar kök salabilmek.
Aradan dokuz yıl geçti, biz her gidişimizde umutla bu günün gelmesini bekledik. Her seferinde "olacak elbette, zamanı var ama olacak" dedik.
Her seferinde daha bir bağlandık, daha bir sahiplendik.
Hep daha da oralı olduk.
Döndüğümüzde hep oradan bahsettik.
Ve 3 gün önce tüm hayallerimiz gerçek oldu.
Evet 5 Şubat 2010'da, Hakan'la tanışmamızın 9. yılında Alaçatı'da bir yer edindik kendimize.
Biliyorduk bir gün olacağını, işte şimdi o gün geldi, çok mutluyuz!
Farklı bir hismiş bu.
Toprak-Hakan-Ben-Rüzgar Gülleri...
Alaçatı...
Yeni Yılda Kendinize Bir İyilik Yapın: Kendinizin Farkına Varın!
Herşey önemli ama biz kendimiz değiliz sanki. Çocuğumuz için, annemiz için, sevdiklerimiz için her türlü fedakarlığı yapmaya hazırız, yapıyoruz ve bu çok güzel ama ya kendimiz? Eğer biz olmazsak onlar da olamazlar ki...Bunu unutuyoruz...
Bu bencillik değil, kesinlikle bencillik değil! Bu değerini bilmek, kendine değer vermek. Eğer kendimize değer vermezsek sağlıklı olamayız, ne fiziksel ne de ruhsal açıdan. Bunu kabul etmekle başlıyor herşey.
Bizler birer makine değiliz, biz insanız; duygularımız var, işleyen hem de müthiş bir mekanizmayla işleyen bir vücudumuz var, sınırlarımız var, ihtiyaçlarımız var. Somut olmak gerekirse, sağlıklı beslenmeye, sağlıklı bir vücuda, sağlıklı bir beyne, sağlıklı sevilmeye ve sevmeye ihtiyacımız var.
Bunların her biri için çaba sarfetmemiz gerektiğini fark etmeliyiz.
Ama herşeyden önce kendimizi fark etmeliyiz, anlamalıyız, dinlemeliyiz. Fark etmek, anlamak ve dinlemek. Kendimizi. Bunları tekrar tekrar yazıyorum, çünkü satırları hızlıca geçip “evet, bildiğimiz şeyler yine” demeye öyle alışmışız ki, belki tekrar edersem bir nebze olsun yavaşlatır ve kelimelerin anlamlarını düşündürebilirim diye uğraşıyorum.
Şimdi yavaş yavaş devam ediyoruz; kendimize bu yazıyı içimize sindire sindire okuyacak kadar zaman tanımaya ihtiyacımız var. Bunu bütün kalbimle söylüyorum. Kendinizin farkında mısınız? Siz nelerden hoşlanırsınız?
Sizi mutlu eden şeyler neler? Bunları yapıyor musunuz? Peki, neyi neden yaptığınızı biliyor musunuz? Son zamanlarda neden bu kadar duygusal, hassas olduğunuzu ya da kızgın, ya da gergin ya da saldırgan, ya da tahammülsüz...
Bunların gerçek nedenlerini biliyor musunuz? “Gerçek nedenler”den bahsediyorum, kendimize uydurduğumuz bahanelerden değil. Kolayına kaçmaktan bahsetmiyorum, yüzleşmekten bahsediyorum. Bunu yapmak için kendimize zaman ayırmaktan, kendimizi dinlemekten bahsediyorum.
Peki, neden bir süredir sürekli mideniz ağrıyor? Neden başınız ağrıyor? Neden kendinizi yorgun ve bitkin hissediyorsunuz? Bunların gerçek nedenlerini düşünmeye ne dersiniz? Herşey bir yana, vücudunuz size sinyaller gönderiyor, ve diyor ki “Ne olur, biraz da içine dön ve kendine ne yaptığına bak”, dinliyor musunuz?
Tabii ki dinlemiyorsunuz, onun sinyallerini ilaçlarla etkisiz hale getirmeye çalışıyorsunuz belki de. Ama dikkat. Size kendini fark ettirmek için daha büyük bir sinyal gönderebilir...
Hiç bir şey için geç değil. Şimdi bu yazıyı okuduğunuza göre kendiniz için küçücük de olsa bir iyilik yapın ve bugün on dakikayı kendinize ayırın. Ne yaptığınızı, nereye koştuğunuzu bir düşünün, birazcık dinleyin iç sesinizi.
O tarafsız, ve sadece sizin ruhunuzun en derinlerindeki isteklerinizi, arzularınızı size ulaştıran bir elçi. Onu dinleyin. Ne kadar doğru bir şey yaptığınızı anlayacaksınız, hem de çok kısa bir süre içerisinde.
Ve, ne zamandır ertelediğiniz bir şeyi bugün yapın. Sadece yapın. Bahanelerle geçirdiğiniz bunca zaman yetmiş olmalı, şimdi sadece yapın lütfen. Size ne kadar iyi geldiğini göreceksiniz.
Sağlıklı ve mutlu günler dilerim...
Her Yer Ayrı Bir Hikaye...
Oldum olası severim ben gezmeyi tozmayı. Akşam iş dönüşünde bile ne kadar yorgun olursam olayım bir yerlere gidilecekse hemen toparlayıveririm kendimi ve düşerim yollara, hiç üşenmem.
Sanırım bu yüzden Hakan'la kesişti yollarımız. O da oldum olası pek sever seyahat etmeyi...
Bizim için, evlendikten sonra daha planlı hale geldi bu geziler, çünkü ikimiz de yoğun bir tempo ile çalışıyoruz ve ortak zamanlarımızı iyi bir planlama ile tatillerle doldurabiliyoruz ancak.
Gezdiğimiz yerler bizim motivasyon kaynağımız, hayat enerjimiz, tadımız, tuzumuz...
İnsanın harcama alışkanlığını da çok olumlu etkiliyor geziler bence, gereksiz bir sürü ıvır zıvır, evde olup eskimediği halde defalarca değişen mobilyalar, aksesuarlar, moda diye alınan ama bir kaç kez giyilip kenara atılan tüm eşyalar, ayakkabılar, çantalar yerine, bir ömür boyu kalbimizde taşıyacağımız şehirlere, kasabalara, mekanlara, kültürlere açıyoruz kendimizi.
Her gezi ayrı bir hikaye, hepsinde ayrı bir tebessüm, ayrı bir heyecan, ayrı bir mutluluk tabii ki. Hele içinde ben olunca, en sıradan gezi bile bir hikayeyle sona eriyor.
Burada gezilerimizi ve hikayelerimizi yazacağım. İçine hissetiklerimi ekleyeceğim, biraz da "özel"lerden seçmeler...Belki birilerinin hayatında birşeyleri tetikler, daha mutlu olmalarını sağlarım, kim bilir?
EGEM, AŞKIM, DELİ MAVİM ve TaHu CENNETİ...
Limandan ayrılalı iki buçuk saat olmuş, hala şehrin tozu pası var üzerimizde, aklımızda, fikrimizde. İlk uğrak yerimiz Bozukkale. Kaptanımızın koya demir atmasıyla biz tekne sakinlerinin suyla buluşması bir oluyor. Ege’nin deli mavi denizi bize kucak açmış, ne bir dalga ne bir kapris; sıcaklığını da öyle bir ayarlamış ki ne soğuk ne de sevimsiz...İyi ki palet ve şnorkelleri almışız yanımıza, denizin dibi ne hoş, ne derin, ne kadar zengin.
Yüzmek çok iyi geldi! Yavaş yavaş kopmaya başladım şehirden ve onunla ilgili herşeyden, herkesten. Deniz, suyun huzurlu sesi, doğa, yumuşacık rüzgar, batmakta olan güneş, tekneden gelen cılız müzik ve ben...Yaşıyor muyum sahiden?
Geceyi burada geçiriyoruz. Muhteşem bir akşam yemeği, ardından tatlılar, meyveler ve sessizlik, sessizlik, sadece deniz, gökyüzü ve biz ve bir de sessizlik...Güvertede uzanıp gökyüzünü seyre dalmak bu kadar dinlendirici olabilir mi? Böyle bir dinginlik hali nasıl anlatılır? Doğal olarak gelişen bir meditasyon ortamı. Sükunetin zaferi...
Bir sonraki gün sabah erkenden denizin içinde başlıyor. İlk günün yorgunluğu tamamen gitmiş. Sulara değdiğin anda boyut da değiştiriyorsun adeta. Burası dünya değil, burası bildiğimiz bir yer değil, burası TaHu cenneti...Ben buldum bunu: Tarifsiz Huzur.
Tuğla Koyu’na doğru ilerliyoruz. Rodos ve Simi adalarına el sallıyoruz geçerken. Onların selamını alıyoruz. Aynı ilk günkü gibi herşey. Burada zaman kavramı ortadan kalkmış durumda. Anlar var. Sadece anlar. Tuğla Koyu’nu yaşıyor, içimize çekiyor ve devam ediyoruz. Şimdi de Yeşilova Koyu’na geldik. Bir ritüel adeta. Çok güzelmiş burası...Gece de denize girdik. Karanlığın hiç bu kadar nazik, bu kadar davetkar olacağını düşünmemiştim ama atıverdim işte kendimi kollarına.
Tavşanbükü Adası ile Kızıl Adanın ortasındaki koya geldik. Bozburun Köyü ne sevimliymiş. Ondan da biraz aşk biraz huzur aldık. Çıkınımıza kattık. Rotamız Kargıcık Koyu, sonra Bencik, ardından Orhaniye ve Serçe Koyu...
Selimiye’de acemborusu, begonvil ve zakkuma hayran kalmışız. Renk cümbüşünün başdöndürücü güzelliği ile dönüş yoluna geçtiğimizin farkına bile varmamışız. Bir de bakmışız Kadırga Koyu’ndayız. Mavi yeşile, yeşil maviye dönüyor, dalgalar bize, biz dalgalara söylüyoruz şarkımızı, ağustos böcekleri Berlin Filarmoni’ye taş çıkartacak bestelerle meşgul, doğa ona sağladığımız uyumdan memnun...
Hayatımızın ilk mavi yolculuğunda kendimize dönmüşüz, içlerimizi açmışız, gönlümüzü hoş tutmuşuz, herşeyi boşvermişiz...Size de Ege’den bir tutam sevgi, bir tutam sağlık, bir tutam mutluluk getirmişiz!