Aşağıdaki yazıyı yazdıktan sonra hızımı alamadım ve sevgili dert ortağım, sırdaşım, akıl hocam Banu'dan yardım istedim. "Ne yapacağımı gerçekten bilmiyorum, ne olur bana fikir ver" dedim ona.
Bakın o da bana neler yazmış. Ancak sadece onun rızası olan kısmını paylaşabileceğim:
"Şikayet eden, sızlanan insan çoğunlukla yardım isteyen değildir. (çoğunlukla diyorum özellikle, çünkü bazen yardım isteme şekli bu da olabiliyor) Temelinde yatan neden ilgi görmek istemeleri oluyor. Bu klasik anlamda saçlarını okşa tadında bir ilgi olmayabilir. Ama sonuçta bu ilgi isteğini fark edilme isteği olarak da düşünebiliriz. Nasıl tanırsın bu kişileri, yani bu yaşam enerjisi emicileri: sen zilyon tane çözüm ürettiğin halde o hiç bir çözüm geliştirmez ve senin dediklerini de denemez. Gelir gider hep dert yanar.
İşin doğrusu şu ki sızlanan insana (yani sadece sızlanmak için sızlanan insana) kimse yardım edemez. Bunlar da bir tür duygusal vampirdir. Hatta karşılaşabileceğin en kötü vampir türü bunlar oluyorlar. Bu insana yapılabilecek hiç bir şey yoktur, orada terk etmek ve en kısa yoldan kendini kurtarmak gerekir. Çünkü bunlar uzun vadede seni yer bitirirler, yaşama isteğini sömürür, yerine bir karamsarlık, bıkkınlık ve umutsuzluk yani kısaca öğrenilmiş çaresizlik bırakırlar. Gördüğün ilk yerde bulaşmadan kaçmakta fayda vardır. Ama olur da kurtulamazsan onların yeni oyun sahası olursun ta ki tükenene kadar."
Çarpıcı değil mi?
Bundan sonraki yorumları benim için daha da vurucu :)
Resmen bir kopyasını alıp duvarıma asmak istiyorum ya da sürekli yanımda taşımak. Çünkü kendime sürekli hatırlatmam gerekiyor bu notları...
işte böyle...
Neden? Binlerce Kez Soruyorum Neden?
Anlamıyorum.
Bir insan neden hayatına sürekli yanlış adamları davet eder?
Şimdi kime göre yanlış?
Bana göre.
Bana göre yanlış olan ona göre doğru olabilir.
Tamam. Anlıyorum.
Ancak yanlış derken benim kast ettiğim, beraberken de giderken de üzecek cinste adamlar olmaları, kıymet bilmemeleri.
Ona göre doğrunun tanımı içerisinde "bu şartlara rağmen doğru" gibi bir şey yer alıyor olabilir mi?
Bir insan bile bile kendini üzecek seçimler yapar mı?
Her seferinde yapar mı?
Peki diyelim aşk hayatı kötü gidiyor.
Ya iş hayatı?
Psikologlar, birinden biri genelde daha iyidir, maalesef ikisinin bir arada çok iyi olduğu görülmemiştir diyorlar.
O zaman aşk hayatı bu kadar b-ktan giden birinin iş hayatının süppper olması gerekmez mi?
Ama o da ne?
Orası da sallantıda.
Hep problem, hep dert, hep çekişmeler, hep şikayetler...
"Kimse işini düzgün yapmıyormuş, kimse işten anlamıyormuş, onun işine burunlarını sokuyorlarmış anlamadıkları gibi, ortalığı karıştırıyorlarmış...vıdı vıdı vıdı..."
Kaç yıllık çalışma hayatında kaçıncı iş ve benzer şikayetler.
Tıpkı babası gibi.
Demek istemiyorum ama gerçekten öyle.
Yorumları bile.
Ve sürekli bir gerginlik hali.
Tutarsız davranışlar.
Hiç ona yakışmayacak kadar agresif tutumlar.
Bir cafede çalışan servis elemanına, ya da otopark görevlisine ya da sokaktaki birilerine...
Olmazzzz!
Oysa çok güzel bir kız.
Akıllı ve yetenekli aynı zamanda.
İşini çok seviyor.
Çok da iyi yapıyor galiba (ben anlamıyorum o işlerden hiç)
Hayatta mutlu ve başarılı olması için çok büyük bir engel koymuş önüne.
Kendini koymuş.
Kapı gibi, 1,70 cm...
Yazıkkk!
Nasıl yardım edebilirim bilmiyorum?
Yardım edebilir miyim aslında onu bilmiyorum.
Herkesin kendi hayatı diyor psikologlar.
Ama bu senin diğer yarın ise nasıl kayıtsız kalırsın?
Kalamazsın.
Ama çaresiz hissedersin.
Sinirlenir, kabul edemezsin.
Kafan karışır,
İşte aynen böyle kalır ne yapacağını bilemezsin...
Bir insan neden hayatına sürekli yanlış adamları davet eder?
Şimdi kime göre yanlış?
Bana göre.
Bana göre yanlış olan ona göre doğru olabilir.
Tamam. Anlıyorum.
Ancak yanlış derken benim kast ettiğim, beraberken de giderken de üzecek cinste adamlar olmaları, kıymet bilmemeleri.
Ona göre doğrunun tanımı içerisinde "bu şartlara rağmen doğru" gibi bir şey yer alıyor olabilir mi?
Bir insan bile bile kendini üzecek seçimler yapar mı?
Her seferinde yapar mı?
Peki diyelim aşk hayatı kötü gidiyor.
Ya iş hayatı?
Psikologlar, birinden biri genelde daha iyidir, maalesef ikisinin bir arada çok iyi olduğu görülmemiştir diyorlar.
O zaman aşk hayatı bu kadar b-ktan giden birinin iş hayatının süppper olması gerekmez mi?
Ama o da ne?
Orası da sallantıda.
Hep problem, hep dert, hep çekişmeler, hep şikayetler...
"Kimse işini düzgün yapmıyormuş, kimse işten anlamıyormuş, onun işine burunlarını sokuyorlarmış anlamadıkları gibi, ortalığı karıştırıyorlarmış...vıdı vıdı vıdı..."
Kaç yıllık çalışma hayatında kaçıncı iş ve benzer şikayetler.
Tıpkı babası gibi.
Demek istemiyorum ama gerçekten öyle.
Yorumları bile.
Ve sürekli bir gerginlik hali.
Tutarsız davranışlar.
Hiç ona yakışmayacak kadar agresif tutumlar.
Bir cafede çalışan servis elemanına, ya da otopark görevlisine ya da sokaktaki birilerine...
Olmazzzz!
Oysa çok güzel bir kız.
Akıllı ve yetenekli aynı zamanda.
İşini çok seviyor.
Çok da iyi yapıyor galiba (ben anlamıyorum o işlerden hiç)
Hayatta mutlu ve başarılı olması için çok büyük bir engel koymuş önüne.
Kendini koymuş.
Kapı gibi, 1,70 cm...
Yazıkkk!
Nasıl yardım edebilirim bilmiyorum?
Yardım edebilir miyim aslında onu bilmiyorum.
Herkesin kendi hayatı diyor psikologlar.
Ama bu senin diğer yarın ise nasıl kayıtsız kalırsın?
Kalamazsın.
Ama çaresiz hissedersin.
Sinirlenir, kabul edemezsin.
Kafan karışır,
İşte aynen böyle kalır ne yapacağını bilemezsin...
VAMPİRLERLE DANS
Vampirlerin dünyasında kendimize nasıl iyi bakabileceğimizi öğrenmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Benim için de yeni bir kavram bu, geçen haftaya kadar haberdar değildim. Ta ki, hayatımın içindeki zor bir profili anlama ve yorumlama çabalarına girişinceye dek.
Bu konuya dair bir dizi kitap okudum, şimdi içlerinden oldukça çarpıcı ifadeler ve tanımlamalar veren birini sizlerle paylaşacağım:
Etrafımızda kanımızı emen insanlar olduğunu söylüyor okuduğum kitap. Bu insanlar evimizde, işyerimizde, sokakta kısacası her yerde olabilirler. Bir şekilde iletişim kuruduğumuzda, bizleri ağlarına düşürüp karınlarını doyuruyorlar. Bunu bilinçli olarak yapmıyorlar. Kurguları bu şekilde. Davranışları, hayata ve olaylara bakışları, algıları onları kan emerek beslenmeye yöneltmiş.
Kitapta vampirler şöyle sınıflandırılmış: anti-sosyal, dramatik, narsisist, paranoyak, obsesif-kompulsif.
- Anti-sosyallerin bağımlılığı heyecan. Sosyal kurallara aldırmıyorlar. Tüm istedikleri iyi zaman geçirmek, aksiyon ve isteklerinin anında doyurulması.
- Dramatikler ilgi ve onay için yaşıyorlar. İşinize ve yaşamınıza girmek için herşeye sahipmiş gibi görünseler de aman dikkat sergiledikleri tamamen şov.
- Narsisistler sadece egoları büyük olup başka herşeyleri küçük olan, kendilerinden başka kimseyi düşünmeyen tipler.
- Paranoyaklar hayattaki her türlü ayrıntıyı ve belirsizliği keşfederek yaşarlar. İlişkinizde size bunların detaylarını sorar ve her seferinde onların güvenini tazelemenizi gerektirecek davranışlar sunmanızı beklerler. Çok yoruculardır.
- Obsesif-kompulsiflerin bağımlılığı güven duygusudur. Herşeyi kontrol ederek bu güveni sağlayacaklarına inanırlar. Değişmez kesinliği olan kurallarla yaşar ve herkesin de uymasını beklerler.
Yukarıda yapmaya çalıştığım tanımlamalar bütünü anlamak için yeterli detayda değil ancak şu haliyle bile etrafımdaki insanları değerlendirdiğimde, bu tanımlamalara girenleri kolaylıkla ayırdedebiliyorum. Buna kendim de dahilim. Ayrı bir yazının konusu.
Hemen şunu belirteyim. Benim de düştüğüm bir yanılgı olduğu için açıklama ihtiyacı hissediyorum. Vampir dediğimizde her ne kadar “olumsuz”, “istenmeyen” bir şey algılansa da, buradaki kullanım amacı hayatımızın içerisindeki insan tiplerini tanımlayabilmek. Vampir tabirinin kullanımını da bu tiplerin davranışları karşısında kanımızın çekildiğini hissetmemiz, tansiyonumuzun yükselmesi veya düşmesi, midemize kramplar girmesi, kronik baş ağrıları, vb.etkiler olarak yorumluyorum.
Yazar diyor ki “İnsanlar kendi kendilerini deli ediyorlarsa nörotik ya da ruh hastasıdır, başkalarını deli ediyorlarsa kişilik bozuklukları vardır”. Ben de diyorum ki, bu insanların farkında olalım, mümkünse onlardan uzak duralım, yok illa birlikte olmamız gerekiyorsa da önlemimizi alalım.
Kitabı almak isterseniz adı Duygusal Vampirler, yazarı Albert J. Bernstein
Benim için de yeni bir kavram bu, geçen haftaya kadar haberdar değildim. Ta ki, hayatımın içindeki zor bir profili anlama ve yorumlama çabalarına girişinceye dek.
Bu konuya dair bir dizi kitap okudum, şimdi içlerinden oldukça çarpıcı ifadeler ve tanımlamalar veren birini sizlerle paylaşacağım:
Etrafımızda kanımızı emen insanlar olduğunu söylüyor okuduğum kitap. Bu insanlar evimizde, işyerimizde, sokakta kısacası her yerde olabilirler. Bir şekilde iletişim kuruduğumuzda, bizleri ağlarına düşürüp karınlarını doyuruyorlar. Bunu bilinçli olarak yapmıyorlar. Kurguları bu şekilde. Davranışları, hayata ve olaylara bakışları, algıları onları kan emerek beslenmeye yöneltmiş.
Kitapta vampirler şöyle sınıflandırılmış: anti-sosyal, dramatik, narsisist, paranoyak, obsesif-kompulsif.
- Anti-sosyallerin bağımlılığı heyecan. Sosyal kurallara aldırmıyorlar. Tüm istedikleri iyi zaman geçirmek, aksiyon ve isteklerinin anında doyurulması.
- Dramatikler ilgi ve onay için yaşıyorlar. İşinize ve yaşamınıza girmek için herşeye sahipmiş gibi görünseler de aman dikkat sergiledikleri tamamen şov.
- Narsisistler sadece egoları büyük olup başka herşeyleri küçük olan, kendilerinden başka kimseyi düşünmeyen tipler.
- Paranoyaklar hayattaki her türlü ayrıntıyı ve belirsizliği keşfederek yaşarlar. İlişkinizde size bunların detaylarını sorar ve her seferinde onların güvenini tazelemenizi gerektirecek davranışlar sunmanızı beklerler. Çok yoruculardır.
- Obsesif-kompulsiflerin bağımlılığı güven duygusudur. Herşeyi kontrol ederek bu güveni sağlayacaklarına inanırlar. Değişmez kesinliği olan kurallarla yaşar ve herkesin de uymasını beklerler.
Yukarıda yapmaya çalıştığım tanımlamalar bütünü anlamak için yeterli detayda değil ancak şu haliyle bile etrafımdaki insanları değerlendirdiğimde, bu tanımlamalara girenleri kolaylıkla ayırdedebiliyorum. Buna kendim de dahilim. Ayrı bir yazının konusu.
Hemen şunu belirteyim. Benim de düştüğüm bir yanılgı olduğu için açıklama ihtiyacı hissediyorum. Vampir dediğimizde her ne kadar “olumsuz”, “istenmeyen” bir şey algılansa da, buradaki kullanım amacı hayatımızın içerisindeki insan tiplerini tanımlayabilmek. Vampir tabirinin kullanımını da bu tiplerin davranışları karşısında kanımızın çekildiğini hissetmemiz, tansiyonumuzun yükselmesi veya düşmesi, midemize kramplar girmesi, kronik baş ağrıları, vb.etkiler olarak yorumluyorum.
Yazar diyor ki “İnsanlar kendi kendilerini deli ediyorlarsa nörotik ya da ruh hastasıdır, başkalarını deli ediyorlarsa kişilik bozuklukları vardır”. Ben de diyorum ki, bu insanların farkında olalım, mümkünse onlardan uzak duralım, yok illa birlikte olmamız gerekiyorsa da önlemimizi alalım.
Kitabı almak isterseniz adı Duygusal Vampirler, yazarı Albert J. Bernstein
Trajikomik iş görüşmelerinden biri daha...Bomba...
Zihnimde hala taze taze dururken yazmazsam çatlayacağım şu trajikomik iş görüşmelerinden birini.
Daha bu sene başında yaşadım. Çiçeği burnunda anlayacağınız.
Biliyorsunuz geçen yılın sonlarına doğru "executive search" işine merak salmış, bu alanda çalışan arkadaşlarımla görüşüp fikirlerini sormuş, onlardan dinledikçe iş için daha büyük bir heyecan duymaya başlamıştım.
Bu arkadaşlarımdan biri vesilesi ile Türkiye'nin bu alandaki önde gelen firmalarından biri ile randevulaşıp mülakat sürecine girdim.
İlk görüşmeyi firmanın kıdemli iki ortağı ile yaptım. Bunlardan biri hem yaş itibarıyle hem de ve dolayısı ile çalışma yılı olarak çok daha kıdemli bir ortaktı. Gelin ismi Şerafettin olsun. Diğeri ise hayatı boyunca bu işi yapmış ve güzel bir şekilde yükselerek şirkete ortak olma konumuna gelmiş akıllı fikirli bir beyefendiydi. Onun ismi de Osman olsun.
Görüşme sırasında sorulan sorular, gösterilen ilgi ve görüşmenin sonundaki "Zaten sen burası için çok uygun bir adaysın, ancak prosedür gereği bir kaç test ve firmanın üçüncü ortağı ile tanışıp görüşme işlerini de toparlayalım..." mesajından sonra kendimi firmaya girmiş ve çalışıyor hissettim.
İkinci görüşme ve web tabanlı test bir sonraki hafta içerisinde gerçekleşti. Üçüncü ortak, firmada bir önceki yıl ortaklığa terfi etmiş, halinden, tavrından ve sorularından bende bir şekilde toy olduğu hissini uyandıran, iyi niyetli ve yine çok düzgün bir beyefendi idi. Onunla yaptığımız görüşmeyi bloğumda daha önce yazmıştım zaten. Eğlenceliydi...
Üç numaralı ortakla yaklaşık iki saat süren ve doğrusu kendimi çok başarılı bulduğum görüşme neticesinde, Osman Bey beni tekrar görmek isteyip yapılacak işin detaylarına ve firmanın geleceğine ilişkin vizyonuna dair bir kaç detay daha paylaşınca, artık başlamak için günleri sayar vaziyete geldim.
Bunun üzerine bir de İsviçre'deki "Büyük Ortak" ile konferans görüşmesi yapıp Mr Büyük Ortak'ın telefonu kapatmadan önceki "Seninle tanışmak için sabırsızlanıyorm. Ne zaman başlıyorsun?" sorusu üzerine ne kadar kopmuş vaziyette olduğumu belirtmeme gerek yok sanırım.
Sonra olaylar şu şekilde gelişiyor, en heyecanlı yere yaklaşıyoruz, biraz daha sabır rica ediyorum:
Mr Büyük Ortak ile görüşmemizin hemen ardından telefonum çalıyor.
Arayan Osman Bey. Görüşmemin nasıl geçtiğini merak ettiğini, Mr Büyük Ortak ile konuşmadığını ancak acaba Mr Büyük Ortak'ın benim en çok ne yönümden etkilenmiş olabileceğini soruyor.
Mr Büyük Ortak ile konuşmamış ancak bir şekilde benden etkilenmiş olduğunu biliyor, nasıl oluyorsa...
Ardından, şirketin bir kaç gün sonraki yeni yıl partisine davet ediyor beni.
Ekibin kalanı ile tanışmam için.
Ve ta ta ta tammmm...
Ofisteki partiye gidiyorum.
Ilk görüşmeyi yaptığımız Şerafettin Bey orada. Göz göze gelince birbirimize doğru yürüyor ve sohbete başlıyoruz. O kadar sıcak bir karşılama yapmış olmasa beni hatırlamamış olma ihtimalini düşünebileceğim. Kısa bir sohbet yapıyor ve yerlerimize dönüyoruz.
Bu arada ekibin geri kalanı ile tanıştırılıyorum.
Her şey mükemmel.
Bir sonraki gün cep telefonum çalıyor.
Arayan Şerafettin Bey.
Güzel bir haber verecek diye sevinçle alıyorum telefonu.
Şerafettin Bey hal hatır sonrası söze "Dün partimize gelmişsiniz karşılaşamadık, çok üzüldüm..." diyerek giriyor.
Bir anlık sessizlik.
"Alo, orada mısınız?"
"Buradayım Şerafettin Bey...".
Aklımdan bin tane şey geçiyor o anda, adam şaka mı yapıyor? Bu o adam değil başkası mı? Alzheimer mı acaba? Hay Allah...
"Nasıl karşılaşmadık Şerafettin Bey, hatta sizinle sohbet bile ettik" diyerek damardan giriyorum lafa.
Bu sefer afallama sırası karşıda.
Ama çabuk toparlıyor, yılların tecrübesi ve "Hay aksilik, çok kalabalıktı, çok fazla insanla tanışıp görüşüyoruz..."
Ama bence bu toparlama değil.
Sonrasında da bana, hiç beklenmeyen bir takım gelişmelerden, bu nedenle pozisyonun geçerliliğinin kalamayabileceğinden, "ama yine de..." şeklinde bir şeylerden bahsediyor.
Artık dinlemiyorum.
...
Yıkılıyorum o an çünkü aklımdan geçenler:
Herşey bu kadar sahte olmak zorunda mı?
Beni tanımadığı anda neden "yılların tecrübesi" ile kim olduğumu öğrenebilecek sorular sormaz?
Ya da direkt beni çıkaramadığını söylese bu düştüğü durumdan daha mı zor bir duruma düşecek?
Ya da ben daha mı çok kırılacağım?
Bu olaylar sonrasında diğer ortaklar neden beni arayıp uygun dille bir açıklama yapmazlar?
...
Peki hepsini bir kenara bıraksak ve "İŞ HALİ", "İŞ KAZASI" desek,
"bu acımasız iş ortamında herşey mümkün" desek,
bu insanlar kendi işe alım süreçlerini yönetemezken nasıl olur da Türkiye'nin önde gelen şirketi olup Türkiye'nin diğer önde gelen şirketlerinin Çok Üst Düzey Yöneticilerinin işe alım süreçlerini yönetirler?
Merak ediyorum...
Daha bu sene başında yaşadım. Çiçeği burnunda anlayacağınız.
Biliyorsunuz geçen yılın sonlarına doğru "executive search" işine merak salmış, bu alanda çalışan arkadaşlarımla görüşüp fikirlerini sormuş, onlardan dinledikçe iş için daha büyük bir heyecan duymaya başlamıştım.
Bu arkadaşlarımdan biri vesilesi ile Türkiye'nin bu alandaki önde gelen firmalarından biri ile randevulaşıp mülakat sürecine girdim.
İlk görüşmeyi firmanın kıdemli iki ortağı ile yaptım. Bunlardan biri hem yaş itibarıyle hem de ve dolayısı ile çalışma yılı olarak çok daha kıdemli bir ortaktı. Gelin ismi Şerafettin olsun. Diğeri ise hayatı boyunca bu işi yapmış ve güzel bir şekilde yükselerek şirkete ortak olma konumuna gelmiş akıllı fikirli bir beyefendiydi. Onun ismi de Osman olsun.
Görüşme sırasında sorulan sorular, gösterilen ilgi ve görüşmenin sonundaki "Zaten sen burası için çok uygun bir adaysın, ancak prosedür gereği bir kaç test ve firmanın üçüncü ortağı ile tanışıp görüşme işlerini de toparlayalım..." mesajından sonra kendimi firmaya girmiş ve çalışıyor hissettim.
İkinci görüşme ve web tabanlı test bir sonraki hafta içerisinde gerçekleşti. Üçüncü ortak, firmada bir önceki yıl ortaklığa terfi etmiş, halinden, tavrından ve sorularından bende bir şekilde toy olduğu hissini uyandıran, iyi niyetli ve yine çok düzgün bir beyefendi idi. Onunla yaptığımız görüşmeyi bloğumda daha önce yazmıştım zaten. Eğlenceliydi...
Üç numaralı ortakla yaklaşık iki saat süren ve doğrusu kendimi çok başarılı bulduğum görüşme neticesinde, Osman Bey beni tekrar görmek isteyip yapılacak işin detaylarına ve firmanın geleceğine ilişkin vizyonuna dair bir kaç detay daha paylaşınca, artık başlamak için günleri sayar vaziyete geldim.
Bunun üzerine bir de İsviçre'deki "Büyük Ortak" ile konferans görüşmesi yapıp Mr Büyük Ortak'ın telefonu kapatmadan önceki "Seninle tanışmak için sabırsızlanıyorm. Ne zaman başlıyorsun?" sorusu üzerine ne kadar kopmuş vaziyette olduğumu belirtmeme gerek yok sanırım.
Sonra olaylar şu şekilde gelişiyor, en heyecanlı yere yaklaşıyoruz, biraz daha sabır rica ediyorum:
Mr Büyük Ortak ile görüşmemizin hemen ardından telefonum çalıyor.
Arayan Osman Bey. Görüşmemin nasıl geçtiğini merak ettiğini, Mr Büyük Ortak ile konuşmadığını ancak acaba Mr Büyük Ortak'ın benim en çok ne yönümden etkilenmiş olabileceğini soruyor.
Mr Büyük Ortak ile konuşmamış ancak bir şekilde benden etkilenmiş olduğunu biliyor, nasıl oluyorsa...
Ardından, şirketin bir kaç gün sonraki yeni yıl partisine davet ediyor beni.
Ekibin kalanı ile tanışmam için.
Ve ta ta ta tammmm...
Ofisteki partiye gidiyorum.
Ilk görüşmeyi yaptığımız Şerafettin Bey orada. Göz göze gelince birbirimize doğru yürüyor ve sohbete başlıyoruz. O kadar sıcak bir karşılama yapmış olmasa beni hatırlamamış olma ihtimalini düşünebileceğim. Kısa bir sohbet yapıyor ve yerlerimize dönüyoruz.
Bu arada ekibin geri kalanı ile tanıştırılıyorum.
Her şey mükemmel.
Bir sonraki gün cep telefonum çalıyor.
Arayan Şerafettin Bey.
Güzel bir haber verecek diye sevinçle alıyorum telefonu.
Şerafettin Bey hal hatır sonrası söze "Dün partimize gelmişsiniz karşılaşamadık, çok üzüldüm..." diyerek giriyor.
Bir anlık sessizlik.
"Alo, orada mısınız?"
"Buradayım Şerafettin Bey...".
Aklımdan bin tane şey geçiyor o anda, adam şaka mı yapıyor? Bu o adam değil başkası mı? Alzheimer mı acaba? Hay Allah...
"Nasıl karşılaşmadık Şerafettin Bey, hatta sizinle sohbet bile ettik" diyerek damardan giriyorum lafa.
Bu sefer afallama sırası karşıda.
Ama çabuk toparlıyor, yılların tecrübesi ve "Hay aksilik, çok kalabalıktı, çok fazla insanla tanışıp görüşüyoruz..."
Ama bence bu toparlama değil.
Sonrasında da bana, hiç beklenmeyen bir takım gelişmelerden, bu nedenle pozisyonun geçerliliğinin kalamayabileceğinden, "ama yine de..." şeklinde bir şeylerden bahsediyor.
Artık dinlemiyorum.
...
Yıkılıyorum o an çünkü aklımdan geçenler:
Herşey bu kadar sahte olmak zorunda mı?
Beni tanımadığı anda neden "yılların tecrübesi" ile kim olduğumu öğrenebilecek sorular sormaz?
Ya da direkt beni çıkaramadığını söylese bu düştüğü durumdan daha mı zor bir duruma düşecek?
Ya da ben daha mı çok kırılacağım?
Bu olaylar sonrasında diğer ortaklar neden beni arayıp uygun dille bir açıklama yapmazlar?
...
Peki hepsini bir kenara bıraksak ve "İŞ HALİ", "İŞ KAZASI" desek,
"bu acımasız iş ortamında herşey mümkün" desek,
bu insanlar kendi işe alım süreçlerini yönetemezken nasıl olur da Türkiye'nin önde gelen şirketi olup Türkiye'nin diğer önde gelen şirketlerinin Çok Üst Düzey Yöneticilerinin işe alım süreçlerini yönetirler?
Merak ediyorum...
Yeni işimle ilgili başlangıç adımları!
Yeni bir işe başlayacak olmanın telaşı, heyecanı ve sabırsızlığı içindeyim.
Bu durum biraz da geriyor beni.
Hakim olmak istiyorum tamamına ve bunun için epey bir çaba sarfetmem gerekeceğini biliyorum.
Yol bana uzun ve meşakkatli görünüyor şu anda.
Bir taraftan da derinliğini kestiremiyorum.
Ne kadarlık bir dünyanın neresinde olduğumu ve yolun tam olarak ne kadar uzun olduğunu tahmin edemiyorum.
Evet, işte belirsizliklerle dolu bir yolculuğun eşiğindeki ben.
En "sevdiğim" şey, "belirsizlik".
Bu gibi durumlarda tipik Eylem hareketi, durumu es geçmek, halının altına süpürmek, hiç yapmamak şeklinde olur.
Ama ve lakin bu sefer meydan okuyorum kendime, eski alışkanlığıma ve "değişecek" derken, şimdiden yarın tüm günü bu işe ayırmak üzere planımı yaptım bile.
Kolay olmayacak biliyorum ama yapacağım.
Ve kendime kolaylıklar diliyorum!
Bu durum biraz da geriyor beni.
Hakim olmak istiyorum tamamına ve bunun için epey bir çaba sarfetmem gerekeceğini biliyorum.
Yol bana uzun ve meşakkatli görünüyor şu anda.
Bir taraftan da derinliğini kestiremiyorum.
Ne kadarlık bir dünyanın neresinde olduğumu ve yolun tam olarak ne kadar uzun olduğunu tahmin edemiyorum.
Evet, işte belirsizliklerle dolu bir yolculuğun eşiğindeki ben.
En "sevdiğim" şey, "belirsizlik".
Bu gibi durumlarda tipik Eylem hareketi, durumu es geçmek, halının altına süpürmek, hiç yapmamak şeklinde olur.
Ama ve lakin bu sefer meydan okuyorum kendime, eski alışkanlığıma ve "değişecek" derken, şimdiden yarın tüm günü bu işe ayırmak üzere planımı yaptım bile.
Kolay olmayacak biliyorum ama yapacağım.
Ve kendime kolaylıklar diliyorum!
Anneler günü yarın
Yarın anneler günü.
Annem ve Sinem bize gelecek, mangal yapacağız.
Teyzem ve kuzenlerim de geliyor.
Birazdan çıkıp alışveriş yapmak lazım.
Yarına hazırlık.
Hakkuş gitar çalışıyor.
Onu bekliyorum çıkalım diye.
Alalım gidip malzemeleri, yarına hazır olalım.
Annem ve Sinem bize gelecek, mangal yapacağız.
Teyzem ve kuzenlerim de geliyor.
Birazdan çıkıp alışveriş yapmak lazım.
Yarına hazırlık.
Hakkuş gitar çalışıyor.
Onu bekliyorum çıkalım diye.
Alalım gidip malzemeleri, yarına hazır olalım.
İlahi adalet işbaşındaydı...
Lisenin popüler, havalı, çalışkan olduğu kadar da sosyal kızlarından birini anlatacağım. Ve onun sevgilisini. Sonra üniversite sınavı telaşını. Ardından da hayatın ve ilahi adaletin oyununu...
Öyle başarılıydı ki, sınavda sadece 3 tercih yapacak, Boğaziçi İşletme, İktisat ve Uluslararası İlişkiler Bölümleri'ni yazacak, nasıl olsa bunlardan birine havada karada girecekti.
Hayatında herşey yolundaydı. Derslerinde inanılmaz başarılı, okulun ikincisi, hem okul orkestrasında şarkı söylüyor, hem tüm organizasyonlarda sunucu, şiirler okuyan, konuşmalar yapan, etrafında bir hayran kitlesi olan bir kız. Bir de ona çok düşkün, hayatını ona adamış, taaa ortaokul yıllarından beri onun peşinden koşan, sonunda onunla olduğu için kendini çok şanslı sayan, yakışıklı olmasa da okulun sevilen çocuklarından biri olan Murat'la da birlikte.
İnişli çıkışlı, kızın sürekli şımarıklık, naz ve kapris yaptığı çocuk, üniversite sınavından tam 2 ay önceki tartışmalarında, kızın her zamanki "ayrılalım o zaman" sözü üzerine ilk defa "Tamam" diyor ve ayrılıyorlar.
Kız kendinden çok emin. "Nasıl olsa kapanacak yine ayaklarıma..." diye düşünüyor. Hatta buluşup görüşüyorlar yine ama Murat'ta değil ayaklarına kapanmak, tekrar olabileceği ihtimaline dair bile en ufak sinyal yok.
Yaklaşan üniversite sınavından bahsediyorlar haliyle. Bir gün Murat diyor ki "Benim babamın üniversite diploması yok ama benim olacak. Kazanamasam da bastırıp parayı girerim bir yere"
Kızın ise kazanamaması durumunda tek şansı bir sonraki sene tekrar hazırlanmak. Bu ihtimali aklına getirmemeye çalışsa da o gün, Murat'ın o lafı çok fena oturuyor içine.
Evet, çok fena otturdu içime lafı. Bir de sırıtışı. Sanırım unutmayacağım. Onu çok sevmesem de değer vermiştim, ama o gün kendini tamamen sildi gözümde...
Herşey bitmişti. Tekrar beraber olamayacağımız, onun gibi biri tekrar karşıma çıkmayacağı için çok üzülmüştüm.
Aynı zamanda bir şok yaşıyordum. O asla beni terk edemez diye düşünürken işte kalıvermiştim bir başıma.
Bu durum, sınav hazırlık dönemimde hiç de iyi gelmedi bana. Konsantrasyonumu bozmadığını söyleyemem. Ne kadar engellemeye çalıştıysam da etkilendim fena halde.
Sonunda, sınavda 3 değil 10'un üzerinde tercih yaptım.
Sınavdan çıktığımda kazanamadığıma inanıyordum çünkü soruları çözerken hem çok heyecanlanmış, hem de sınav öncesi bilinçsizce aldığım sakinleştirici şurup nedeniyle sersemlemiştim.
Yazın sonuçlar açıklandığında, 11. tercihime girmiş olduğumu gördüm. İstanbul Üniversitesi'nin İngilizce İktisat Bölümü'ne...Hiç sevinmedim ama şimdi düşünüyorum da,fena değilmiş. Hele onca tatsız hadisenin ardından yine iyi bir sonuç denilebilir.
Her neyse, sonra ne oldu biliyor musunuz?
Ben okudum adam oldum. :) İyi yerlerde güzel işler yaptım, hala devam ediyorum.
Murat, paralı bir üniversitenin köfte bir bölümüne girip ya hazırlık sınıfında ya da sonrasında oradan atıldı.
Dediği gibi parayı bastırdı ama diploma alamadı.
Üzülmedim ne yalan söyleyeyim.
Adalet yerini buldu bence.
Şimdi niye yazdım bunu? Çünkü üniversite sınavı yaklaşıyor.
Çünkü hayatta herşey insanlar için...
Ha bir de dünya tatlısı bir adamla evlendim. :)
Öyle başarılıydı ki, sınavda sadece 3 tercih yapacak, Boğaziçi İşletme, İktisat ve Uluslararası İlişkiler Bölümleri'ni yazacak, nasıl olsa bunlardan birine havada karada girecekti.
Hayatında herşey yolundaydı. Derslerinde inanılmaz başarılı, okulun ikincisi, hem okul orkestrasında şarkı söylüyor, hem tüm organizasyonlarda sunucu, şiirler okuyan, konuşmalar yapan, etrafında bir hayran kitlesi olan bir kız. Bir de ona çok düşkün, hayatını ona adamış, taaa ortaokul yıllarından beri onun peşinden koşan, sonunda onunla olduğu için kendini çok şanslı sayan, yakışıklı olmasa da okulun sevilen çocuklarından biri olan Murat'la da birlikte.
İnişli çıkışlı, kızın sürekli şımarıklık, naz ve kapris yaptığı çocuk, üniversite sınavından tam 2 ay önceki tartışmalarında, kızın her zamanki "ayrılalım o zaman" sözü üzerine ilk defa "Tamam" diyor ve ayrılıyorlar.
Kız kendinden çok emin. "Nasıl olsa kapanacak yine ayaklarıma..." diye düşünüyor. Hatta buluşup görüşüyorlar yine ama Murat'ta değil ayaklarına kapanmak, tekrar olabileceği ihtimaline dair bile en ufak sinyal yok.
Yaklaşan üniversite sınavından bahsediyorlar haliyle. Bir gün Murat diyor ki "Benim babamın üniversite diploması yok ama benim olacak. Kazanamasam da bastırıp parayı girerim bir yere"
Kızın ise kazanamaması durumunda tek şansı bir sonraki sene tekrar hazırlanmak. Bu ihtimali aklına getirmemeye çalışsa da o gün, Murat'ın o lafı çok fena oturuyor içine.
Evet, çok fena otturdu içime lafı. Bir de sırıtışı. Sanırım unutmayacağım. Onu çok sevmesem de değer vermiştim, ama o gün kendini tamamen sildi gözümde...
Herşey bitmişti. Tekrar beraber olamayacağımız, onun gibi biri tekrar karşıma çıkmayacağı için çok üzülmüştüm.
Aynı zamanda bir şok yaşıyordum. O asla beni terk edemez diye düşünürken işte kalıvermiştim bir başıma.
Bu durum, sınav hazırlık dönemimde hiç de iyi gelmedi bana. Konsantrasyonumu bozmadığını söyleyemem. Ne kadar engellemeye çalıştıysam da etkilendim fena halde.
Sonunda, sınavda 3 değil 10'un üzerinde tercih yaptım.
Sınavdan çıktığımda kazanamadığıma inanıyordum çünkü soruları çözerken hem çok heyecanlanmış, hem de sınav öncesi bilinçsizce aldığım sakinleştirici şurup nedeniyle sersemlemiştim.
Yazın sonuçlar açıklandığında, 11. tercihime girmiş olduğumu gördüm. İstanbul Üniversitesi'nin İngilizce İktisat Bölümü'ne...Hiç sevinmedim ama şimdi düşünüyorum da,fena değilmiş. Hele onca tatsız hadisenin ardından yine iyi bir sonuç denilebilir.
Her neyse, sonra ne oldu biliyor musunuz?
Ben okudum adam oldum. :) İyi yerlerde güzel işler yaptım, hala devam ediyorum.
Murat, paralı bir üniversitenin köfte bir bölümüne girip ya hazırlık sınıfında ya da sonrasında oradan atıldı.
Dediği gibi parayı bastırdı ama diploma alamadı.
Üzülmedim ne yalan söyleyeyim.
Adalet yerini buldu bence.
Şimdi niye yazdım bunu? Çünkü üniversite sınavı yaklaşıyor.
Çünkü hayatta herşey insanlar için...
Ha bir de dünya tatlısı bir adamla evlendim. :)
Amsterdam'dan dönüş, İstanbul'a tekrar "merhaba"
Ve döndüm Amsterdam'dan.
2 gün önce.
Aklımda kalanları hemen sıralıyorum:
1. Özgür'ün yaklaşık 4-6 hafta sonra gelecek olan bebisinin odasını hazırladık, kıyafetlerini dolap ve çekmecelerine yerleştirdik.
2. Gezdik - Bol bol gezdik. Sokak pazarını, çiçek parkını, meydanını, Van Gogh müzesini, yakın yerleşim yerlerini, deniz kenarlarını, evet evet kumsallarını da, yeni denizin üstüne modern mimari evlerin yapıldığı kısımlarını...
3. Amsterdam'lıların haftasonlarını doğayla başbaşa geçirmelerine olanak tanıyan sitelerini...
4. Bir barbekü partisi
5. Tipik Amsterdam evinde bir akşam yemeği
6. Sahil kasabasındaki yemekler
7. Noordwijk'te Deniz'e yapılan ziyaret, oğlu Teoman ve bahçede müthiş bir güneş keyfi
8. Akşam yemeklerinde Aykut'tan seçmeler - fırında pirzola, fırında somon (hepsi özel soslarla bezenmiş...) - Bütün gün çalışıp yorgun argın eve gelen Aykut'un üzerinde yorgunluğun "y"si yok, bitmeyen enerjisi ile mutfakta harikalar yaratıyor
9. Babypark'ta geçen gün de unutulmaz, ne çok çeşit, ne hoş bir ortam...Annneliğe hazırlananlar için bulunmaz nimet!
10. Kraliçe'nin doğum gününde sokaklardaki şenliğe, deliliğe, coşkuya katılmak...
11. Gece bir coffee shop'ta ucundan kıyısından kemirilen "space cake"! Hakan yok diye bitirmeye cesaret edemediğim, ama aklımın kaldığı, bir dahaki sefere Hakkuş'la gidilip tamamına erdirilecek diye kendimi avuttuğum mamul...
12. Dönüşte Özgür'ün havalimanında beni uğurlarken sarf ettiği gözyaşları...
Bir Amsterdam seyahati ancak bu kadar güzel olabilirdi...
Ne şanslıyım bu kadar tatlı dostlarım, onların da şeker dostları, ortamları, yaşamları olduğu için...
Ne şanslıyım tüm bunları doyasıya yaşayabildiğim için...
İstanbul'a varışımın koparan anı Hakkuş'la havalimanındaki buluşmamız.
Boynuna sarılırken onu 1 hafta değil sanki bir ömürdür görmemişim gibi özlediğimi fark ettim.
Kocaman öptüm.
Onda kaldım...
seni seviyorum bebeğim...
2 gün önce.
Aklımda kalanları hemen sıralıyorum:
1. Özgür'ün yaklaşık 4-6 hafta sonra gelecek olan bebisinin odasını hazırladık, kıyafetlerini dolap ve çekmecelerine yerleştirdik.
2. Gezdik - Bol bol gezdik. Sokak pazarını, çiçek parkını, meydanını, Van Gogh müzesini, yakın yerleşim yerlerini, deniz kenarlarını, evet evet kumsallarını da, yeni denizin üstüne modern mimari evlerin yapıldığı kısımlarını...
3. Amsterdam'lıların haftasonlarını doğayla başbaşa geçirmelerine olanak tanıyan sitelerini...
4. Bir barbekü partisi
5. Tipik Amsterdam evinde bir akşam yemeği
6. Sahil kasabasındaki yemekler
7. Noordwijk'te Deniz'e yapılan ziyaret, oğlu Teoman ve bahçede müthiş bir güneş keyfi
8. Akşam yemeklerinde Aykut'tan seçmeler - fırında pirzola, fırında somon (hepsi özel soslarla bezenmiş...) - Bütün gün çalışıp yorgun argın eve gelen Aykut'un üzerinde yorgunluğun "y"si yok, bitmeyen enerjisi ile mutfakta harikalar yaratıyor
9. Babypark'ta geçen gün de unutulmaz, ne çok çeşit, ne hoş bir ortam...Annneliğe hazırlananlar için bulunmaz nimet!
10. Kraliçe'nin doğum gününde sokaklardaki şenliğe, deliliğe, coşkuya katılmak...
11. Gece bir coffee shop'ta ucundan kıyısından kemirilen "space cake"! Hakan yok diye bitirmeye cesaret edemediğim, ama aklımın kaldığı, bir dahaki sefere Hakkuş'la gidilip tamamına erdirilecek diye kendimi avuttuğum mamul...
12. Dönüşte Özgür'ün havalimanında beni uğurlarken sarf ettiği gözyaşları...
Bir Amsterdam seyahati ancak bu kadar güzel olabilirdi...
Ne şanslıyım bu kadar tatlı dostlarım, onların da şeker dostları, ortamları, yaşamları olduğu için...
Ne şanslıyım tüm bunları doyasıya yaşayabildiğim için...
İstanbul'a varışımın koparan anı Hakkuş'la havalimanındaki buluşmamız.
Boynuna sarılırken onu 1 hafta değil sanki bir ömürdür görmemişim gibi özlediğimi fark ettim.
Kocaman öptüm.
Onda kaldım...
seni seviyorum bebeğim...
Amsterdam yolları dumanlı...
Gidiyorum!
Amsterdam'a!
Sevgili Özgür'cüğümün yanına!
2 gün sonra!
Bundan tam 12 yıl önce gitmiştim ilk kez. Arthur Andersen'in Veldhoven'da denetimciler için 2 haftalık bir eğitimi vardı, ona gitmiştim.
Güzel geçmişti.
Özgür de vardı gittiğimiz ekipte.
Ne eğlenmiştik!
Bu eğitimden 2 yıl sonra Özgür yerleşti oraya.
Ve kaldı.
Hala orada.
Şimdi hamile.
Bu gidişle döneceği de yok gibi.
Hale bak geçen onca zaman içerisinde 2002'de Arthur Andersen tarih oldu.
Biz yolumuza devam ettik.
Yurtdışında yaşama hayalleri kurarken Türkiye'de kaldım.
Danışmanlığı bırakıp pazarlama ve kurumsal iletişim yaptım.
Sonra onlar da dar geldi, 2007'de Hakkus'umun peşine takılıp Hong Kong'a gittim.
Offf, çok iyi geldi! Tam 6 ay, Hong Kong kazan ben kepçe misali...
Sonra, Shenzen, Guangzhou, Xiamen, Bangkok seyahatleri...
Dönüşte ne çok ağladım...
Ya ben hiç sevmedim bir yerlere kök salmayı, bu yüzden öyle bir motive oluyorum, öyle bir şarj oluyorum ki bu devr-i alem vaziyetlerinde...
Neyse, burada ne yapacağıma karar vermem epey zamanımı aldı.
Kurslara gittim, kişisel gelişim kitapları okudum, kariyer danışmanlığı aldım...Komedi iş görüşmelerine gittim, çooook eğlendim!
Şimdi eğlenceye devam :)
Amsterdam Hakkus'suz biraz buruk olacak ama Özgür'ü görecek olmanın heyecanı da ayrı.
Yılda 3-4 kez geliyor aslında İstanbul'a Özgür, hatta Hong Kong'a bile geldi peşimden.:)
Amamnnn, ne gezdik ne gezdik!
O haftayi ayrıca anlatırım, Yılbaşı'na denk gelmişti.
Animasyonlarla doluydu!
Evet, şimdi gidiyorum işte.
Aç kollarını Amsterdam,
Aç kollarını kocaman geliyoooooooooooorummmmmmm!!!
not: İzlanda'daki yanardağ patlaması yüzünden son 10 gündür yapılamayan uçak seferleri, daha dün yeniden başlatıldı. Şu 2 gün içerisinde bir değişiklik olmazsa, uçuyorum...
Amsterdam'a!
Sevgili Özgür'cüğümün yanına!
2 gün sonra!
Bundan tam 12 yıl önce gitmiştim ilk kez. Arthur Andersen'in Veldhoven'da denetimciler için 2 haftalık bir eğitimi vardı, ona gitmiştim.
Güzel geçmişti.
Özgür de vardı gittiğimiz ekipte.
Ne eğlenmiştik!
Bu eğitimden 2 yıl sonra Özgür yerleşti oraya.
Ve kaldı.
Hala orada.
Şimdi hamile.
Bu gidişle döneceği de yok gibi.
Hale bak geçen onca zaman içerisinde 2002'de Arthur Andersen tarih oldu.
Biz yolumuza devam ettik.
Yurtdışında yaşama hayalleri kurarken Türkiye'de kaldım.
Danışmanlığı bırakıp pazarlama ve kurumsal iletişim yaptım.
Sonra onlar da dar geldi, 2007'de Hakkus'umun peşine takılıp Hong Kong'a gittim.
Offf, çok iyi geldi! Tam 6 ay, Hong Kong kazan ben kepçe misali...
Sonra, Shenzen, Guangzhou, Xiamen, Bangkok seyahatleri...
Dönüşte ne çok ağladım...
Ya ben hiç sevmedim bir yerlere kök salmayı, bu yüzden öyle bir motive oluyorum, öyle bir şarj oluyorum ki bu devr-i alem vaziyetlerinde...
Neyse, burada ne yapacağıma karar vermem epey zamanımı aldı.
Kurslara gittim, kişisel gelişim kitapları okudum, kariyer danışmanlığı aldım...Komedi iş görüşmelerine gittim, çooook eğlendim!
Şimdi eğlenceye devam :)
Amsterdam Hakkus'suz biraz buruk olacak ama Özgür'ü görecek olmanın heyecanı da ayrı.
Yılda 3-4 kez geliyor aslında İstanbul'a Özgür, hatta Hong Kong'a bile geldi peşimden.:)
Amamnnn, ne gezdik ne gezdik!
O haftayi ayrıca anlatırım, Yılbaşı'na denk gelmişti.
Animasyonlarla doluydu!
Evet, şimdi gidiyorum işte.
Aç kollarını Amsterdam,
Aç kollarını kocaman geliyoooooooooooorummmmmmm!!!
not: İzlanda'daki yanardağ patlaması yüzünden son 10 gündür yapılamayan uçak seferleri, daha dün yeniden başlatıldı. Şu 2 gün içerisinde bir değişiklik olmazsa, uçuyorum...
Hayata Güzel Bakmanın Yolunu Bulmalıyız!
Geçenlerde Mecidiyeköy’den geçiyorum arabayla. Bir görüşmeye yetişme telaşındayım ve trafik berbat. Arabalar, otobüsler neredeyse birbirlerinin üzerlerinden geçecekler. Havada pis bir ağırlık, bir elektrik, negatif enerji... Gerginlik hat safhada. Etrafımda gördüğüm herkesin yüzü asık, yayalar da öyle, otobüsteki insanlar da, trafikte sıkışıp kalmış şoförler de.
Benim de bütün cinlerim tepemde, bunalmış vaziyetteyim, gözlerim çakmak çakmak olmuş, bakışlarımdan alevler fışkırıyor…
Bir anda dikkatimi bir adam çekiyor. Orta yaşlı olduğunu tahmin ediyorum fakat daha genç olabilir. İfadesi öyle yumuşak, öyle olumlu ki…Bir elinde oyuncaklar var bir torba dolusu, satmak için bir yerlerden buralara gelmiş belli ki. Diğer elinde bastonu var. Bastonun sebebi kör olması. Karşıdan karşıya geçmek üzere kaldırımdan yola doğru hamle yapıyor.
Bakışlarım orada donup kalıyor.
Tarifsiz bir acıyla burkuluyor yüreğim bir anda.
Bu berbat ortamda, şartları o adama göre nispeten iyi olan bizler bu kadar umutsuz ve mutsuzken, onun o naif duruşu beni öyle derin etkiliyor ki…İçimden tiz bir çığlık yükseliyor. Boğazım düğümleniyor. Çok acı çekiyorum!
Ağlamaya başlıyorum. Bağıra bağıra ağlıyorum.
Ve aklımdan geçenleri haykırıyorum:
• Yürüyecek gücümüz varken, gideceğimiz yerlere fırsat buldukça, zamanımız oldukça yürümeliyiz.
• Ayakta durabilecek gücümüz olduğu sürece, oturduğumuz yeri, gerçekten ihtiyacı olanlara vermeliyiz.
• Tırmanabilecek gücümüz varken, engellerin etrafından dolaşmak yerine üstüne gitmeliyiz.
• Paylaşabilecek gücümüz olduğu sürece elimizdekileri çevremizdekilerle paylaşmalıyız.
• Haykırabilecek gücümüz varken, avazımız çıktığı kadar bağırmalıyız yeri geldiğinde.
• Keyif aldığımız etkinliklere katılmalı, sinemaya, tiyatroya, konsere, söyleşiye, fuara gitmeliyiz.
• Kitap okumalı, resim yapmalı, şarkı söylemeli, yeni bir dil öğrenmeliyiz.
• Yeni insanlarla tanışmalı, gezip tozmalı, tartışmalı, değişmeliyiz.
• Üretmeliyiz. Elimizden ne geliyorsa, onunla katkı sağlamalıyız hayata.
• Sevebilecek gücümüz olduğu sürece sevmeliyiz, delice, ölesiye.
• Yaşama olumlu bakmanın, mutlu olmanın yollarını bulmalıyız koşullar ne olursa olsun...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)