Ekim sonunda Alacati

Alacati'dayiz!
Ekim 2011, kendi evimizde kaliyoruz artik. Ruyalarimiz gercek oldu, Alacti'daki evimiz bu yaz sonu bitti ve artik icinde yasar olduk. Haftasonlari kacip kacip geliyoruz buraya.
Hakan da ben de cok huzurlu oluyoruz buradayken.
"nefes almaya gidiyoruz" diyerek geliyoruz buraya.
Cogunlukla Cuma aksamindan ucuyoruz, bir anini bile kacirmak istemiyoruz, icimize cekerek, duyarak, hissederek yasiyoruz.
Burasi Alacati diyorum!
Mutlulugu kokune kadar yakaladigim yer, kendim oldugum, en sevdigimle basbasa kaldigim yer!
Simdi Alacati klasigi Agrilia'dayiz.
Enfes bir lomo filetoyu indirdim mideye :)
Hakkus da mantolu tavuk yedi. Tavuk yiyebildigi tek yer burasi canimin.

Bugun evimiz icin bir kac sey yaptik.
Perdelerimizin siparisini verdik.
Yarim ton da odun aliyoruz!!! Sominemizi tam randiman kullanacagiz cunku havalar sogudu artik!!! Gunduz gunesli ve 20 derece civarinda olsa da evin ici serin artik. Klima pek yeterli olmuyor isinmak icin, ev tas ve surekli yasanmadigi icin sanirim, genel bir serinlik var.

Yarin aksam donuyoruz, cunku haftaya is var amaaaaaaa Cum yine geliyoruz cunku Bayrammmmm tatili var, yuppiiiiii desemmmm!!!

Bugun sominenin onunde bir kac fotografimi cekti Hakan, eger yillar sonra bu fotograf hala kalmis olursa, ve gorursem umarim hatirlarim cekildigi ani :))) neden mi?
Cunku
Hakan fotografimi cekerken icimden "bu ani hatirlayacagim" diye gecirdim...
Evimizde, yepyeni evimizde, hayalimizin icinde, sominemizin onunde ne kadar mutlu oldugumu hatirlamak istedim...

Alacati!!! Seviyorum seni!

Sonbahar
Ask
Tutku
Dostlar
...

Nokta...

21 Temmuz'da bu yazımdan önceki son yazımda Hakan'ın babasının hastalığını yazmışım.
Bugün 6 Ağustos'ta, babamızı 1 Ağustos 2011 Pazartesi günü kaybettiğimizi yazıyorum.
Hayat, zaman, pamuk ipliği, kopma anı...
Boşluk,
Siyah,
Yalnızlık,
Bitti,
Nokta.

2011 yılı Ramazan'ın ilk günü aramızdan ayrıldı babamız, Kara Memet.

O gün içimde tuhaf bir sıkıntı ile gittim işe.
Duvarlar üstüme üstüme geldi sanki odamda.
Nefes alamadığımı hissettim.
Öğle yemeği vakti kendimi zor attım plazadan dışarı.
Yemek yedim, keyifsiz, isteksiz.
Dönmek istemedim ofise.
Her zamankinin aksine yalnız kalmak istedim.
Kalktım masadan, Kanyon'a gidip bir kahve aldım, oturdum bir köşede.
Kimseyi görmek, kimseyle bir şey konuşmak istemedim.
Oturdum dalgın dalgın.
Sonra döndüm ofise.
Oturdum yerime, telefonum çaldı, arayan Koko...
"...Hakan koşarak çıktı ofisten, babasına bir şey mi oldu?" diye soruyor telefonun diğer ucunda.
"Bilmiyorum, hemen arayayım..."
Arıyorum Hakan'ı, telefonu meşgul.
Uğur'un da, Tayfun'un da...
Aysel annem de meşgul, çıldıracağım!
Nur cevap vermiyor.
Nihayet Handan'a ulaşıyorum, soruyorum, gayet sakin "Şimdi geldik Çınarcık'tan, annemleri eve bıraktık, biz de yeni girdik eve, merak etme, bir şey yoktur..."
"Bir evi arayayım içim rahat etsin" diyorum ve kapatıyorum.
Evi arıyorum, çığlıklar, bağırışlar...
Anlam veremiyorum, yanlış mı çevirdim?
"Aysel Hanım'ı arıyorum..." diyorum çekine çekine telefondaki bayana,
meğer konuştuğum oymuş, Aysel annem, bağıran, ağlayan da o...
"Benim kocam öldü... ... ..." bağırıyor, tekrarlıyor,
kapatıyor...
...
...
Her yerde polisler var.
Evde cam kırıkları.
Yerlerde ...
matem...
acı...
...
Hakan'ı düşünüyorum,
üzülmesini istemiyorum,
onu çok sevdiğimi,
üzerine titrediğimi,
onun için endişelendiğimi...
...
gördüklerini nasıl kaldıracak?
nasıl dayanacak yüreği?
nasıl atlatacak?
...
içim çok acıyor.
derinlerde bir yerler
öyle derin ki,
o kadar daha önce oralarda öyle bir yerler olduğunu
bilememişim sanki...
...
bugün varız
yarın yokuz
bir an varız
bir an yokuz
...
bu kurgu karışık geliyor
film olabilir mi?
rüya mı yoksa?
sonunu değiştirebilir miyim?
uyanabilir miyim?
...
bastonu orada,
pencerenin yanındaki koltuğa oturmuş Hakan,
bastonunu eline almış babasının,
sanki babasının gözleriyle uzaklara bakıyor;
orada otururken babası nereye bakarsa oraya,
neler düşünür, aklından neler geçirirdi acaba?
bastonuna yaslanır mıydı böyle?
...
gitmeden önce neler geçti aklından?
Hakan'ı düşündü mü?
ona söyleyecekleri var mıydı?
...
Hakan'ın "çukulata babası"
Babasının "has oğlu"
...
nur içinde yatsın...

Hakan'ın babası için...

Yaşlılık zor şey.
Hakan'ın babasının hastaneye kaldırıldığını haber vermek için aradıklarında çoktan uykuya dalmıştım.
Önce Hakan'ın telefonunun sesini sonra hararetli hararetli konuşmalarını duydum.
Uyku sersemi tam açamadıysam da gözümü, yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu idrak edene kadar ayılmaya çalışarak dikkatimi Hakan'ın söylediklerine verdim.
Saat geceyarısını geçmişti.
Hakan'ın Yalova'ya babasının yanına gitmesi gerekiyordu.
Çağırıyordu çünkü.
İyi değildi durumu.
Belki oğlunu bir daha göremeyecğini düşünüyordu o sırada babası kim bilir?
Canıyla mücadele ediyordu.
Yaşam savaşı dedikleri şey.
Tatlı kocişim telefonu kapattığında, benim de gözlerim açılmıştı.
Yüzü öyle endişeli, bakışları öyle hüzünlüydü ki.
O halde bile, "ben gidersem şimdi sen nasıl yalnız kalırsın?" diye benim için tasalanıyordu.
Hemen doğruldum.
"Haydi" dedim, "gidiyoruz".
Bir daha göremeyebilirdik.
hatta, biz gidene kadar da dayanamayabilirdi.

Hayat bazen, özellikle de böyle anlarda ne tuhaf bir hal alıyor.

Herşeyin aslında pamuk ipliğine bağlı olduğunu anlıyorsun.

Elinde değil. Yetişemeyebilirsin, göremeyebilirsin.

O seni görmek için umutla bekler, ama nasıl hükmedebilir ki zamana? Nasıl belirleyebilir ki ne kadar yaşayacağını?

Hangimiz bilebiliriz?

Hiçbirimiz...

Aslında herşey bizim elimizdeymiş gibi görünse de, hiçbirşey bizim elimizde değil.

Soluk almak bile...

Ve hal böyle iken,

herşeyi bu kadar ciddiye almak niye?

...

Alaçatı'da, evimizdeyiz!

Ne diyorsun?
Geldik evimize işte.
Sokak kapımız var.
Bahçe kapımız yok henüz.
Oda kapılarımız yok.
Pencerelerimiz yerinde.
Bahçemizin yarısı olmuş.
Kalanı önümüzdeki günlerde...
En azından bahçe duvarlarımız var.
Duvarın öbür tarafında, komşu bahçede 2 ağacımız var-dı.
Bir köşede zeytin, öbür köşede adını bilmediğim, kocaman, yemyeşil bir agaç, bol yapraklı...
"Ne güzel"demiştim ilk sabahımızda, "şansımıza bahçenin iki köşesinden görünen 2 koca ağaç!"
Bugün bir geldik eve, o koskoca yeşil agaç gitmiş.
Komşumuz, aynı zamanda evimizin arsasını aldığımız Adem Amca kestirmiş ağacı.
Huysuz Adem.
Arsayı satana kadar çok tatlı bir dede iken, inşaat boyunca eziyet etti bize.
Şimdi de ağacı kesmiş...
Hakkuş bekliyor, devamı sonra...


heyyyy, bugün bizim evlenme yıldönümümüz!!!
ve Alaçatı'da kutluyoruz,
tanıştığımız yerde!

seviyorum kocişimi!

Yaz-Deniz-Rüya

Çıldırmak içten değil.
Yaz geliyor!
İstanbul yazın bir başka güzel.
Deniz kokusu sabahın erken saatlerinde aralık bıraktığımız pencerelerden girip burnumuzu tatlı tatlı okşuyor.
Tam o esnada mavi-yeşil rüyalara doğru yelken açıyoruz.
Bir kulaç atıyoruz, "oh", bir kulaç daha, ve nefes!
İşte bu enfes!
Biraz daha yüzüp sırt üstü yatıyoruz denizde, kollarımız iki yana açık; belki bacaklarımız da, ya da değil, bilemedim, ama yüzümüzü güneşe vermişiz; gözler kısık, kırpıştırdıkça ışıkla eğleniyoruz...
Dinginlik hissi...
Suyun insana kendini tüy gibi hafif hissettirmesi...
Derin bir nefes,
ve işte iyot kokusu...
gözler kapanınca, herşeyden kopma hali...
yüzdeki gülümseme o kadar kendiliğinden gelişiyor ki, mutlu olmamak içten değil!
yalnızlık, ama suya ait olma hissiyle giderilen "tam"lık duygusu...
kalp-beden-ruh ilişkisindeki uyuma, zihnin karşı koyamadan teslim olması...
deniz kokusu
penceremden içeri girdiğinde
bunları hissettim.
ben mi deniz oldum, deniz mi ben bilemedim.
ne önemi var ki?
belki de deniz kokusu rüyaydı
belki şu anda rüyadayım ve
uyurken gerçekleri yaşıyorum...

Mutluluk içimizde!

Mutlak mutluluk mümkün, frekansı yakala!
Acaba koşulsuz şartsız mutlu olmayı başarabilen insanlar var mı? Varsa, sürekliliği de sağlayabiliyorlar mı bu ruh hallerinde? Peki, nasıl bir çevrede yaşıyorlar? Ne tür işlerle uğraşıyorlar? Hayatlarını nasıl yaşıyorlar? Asıl soru şu: “Mutlak mutluluğu nasıl yakalamışlar? Nasıl koruyorlar?”
Acaba bilgelik diye bahsedilen şeyler bunlar olabilir mi?
Bazen bu konu üzerinde düşünürken veya birileriyle sohbet ederken, diyorum ki, “İnsanın hayatında belirli anlar var; bu anlarda her zaman yaşadığı frekansın üzerinde bir yerlere erişiyor, bakıyor orada daha çok hava var, daha çok enerji, daha büyük bir özgürlük alanı…”. Bilinçli bir geçiş değil bu. Yani, içinde bulunduğu an ile bu diğer anlara yolculuk istem dışı bir şekilde, kendiliğinden gelişiyor… Herkesin başına gelmiştir bu tarif etmeye çalıştığım durum, belki anlamlandırmıştır, belki de üzerinde durmamıştır, farkına varmamıştır.
Bana geçenlerde işe giderken oldu. Sabah, araba kullanıyorum. Oturduğumuz yerden ana yola çıkmak için kat ettiğim 11 kilometrelik uzun, sakin, yeşillikler içindeki yolda gidiyorum. Güneş karşımdan vurmuş yüzüme, gözlerimi kısmış, güneş gözlüğü takıp ışığı geri çevirmek istememişim, aydınlığın tadını çıkarıyorum, sabahın ilk ışıklarına gülümseyerek karşılık veriyorum. O an, her şey çok mümkün görünüyor, hayat çok basit, her şey “yapılabilir” konumda, “yaşamak müthiş bir şey” düşüncesi içimi enerjiyle doldurmuş, havada adrenalin var… Sınırlar yok, duvarlar yok, ketler yok, koşullanmışlıklar yok, “hayır”lar yok, “yok”lar yok… Nefes almak mutluluk sebebi!
İşte o anı yakalayabildiğim başka zamanlar da olduğunu düşünüyorum. Farkına varıyorum, duyumsuyorum, özümsüyorum, anlamlandırmaya çalışıyorum. Ne yapsam da o anın içinde yaşamaya devam edebilsem hayatımı?
Bu yazıyı yazmak için masaya oturduğumda o andan çok uzaklardaydım. Ve emin değildim, o anı çağırıp ifade edebileceğimden… Ama oldu. İstediğim gibi hem de. Ve aslında bir çıkış buldum sanki o frekansa giden yolda. Hatırlamak, canlandırmak ve tabii ki benim iletişim yolumla “yazmak”… Belki bunu alışkanlık haline getirebilirim. O zaman, bir süre sonra kendiliğinden bulur yolunu, hayat tarzım olur, düşünme biçimim olur, içime işler ve mutlak mutluluğa ulaşırım.

Oklar, Hayaller

"Nereye gideceğimizi okların belirlediği bir dünyada, hiçbir yere gitmeyi gerektirmeyen hayalleri önemsemenin kime ne zararı var?" mı demişti Kürşat Başar bir romanında?
Aklıma geliverdi işte.
Ben de yazdım :)

Bir Toskana Masalı

Kış falan anlamam!
Şunun şurasında 2 ay sonra bahar geliyor!
Sonra da ver elini yaz!
ve planlar!
Bizim 3 yıl önceki hikayeyle çarpıştım az önce gmailimin tozlu dehlizlerinde bir şeyler ararken
ve dedim ki
kışın ortasında Toskana hayali kurmanın kime ne zararı olabilir ki?

Haydi buradan yakın!

İstanbul’dan Milano’ya uçulur.

POGGIBONSI
Milano’dan araba kiralanır - 4 saatlik bir yolculuk sonrası SİENA bölgesine ulaşılır.
Burada, biz POGGIBONSI köyünde Mellograni diye bir yerde kaldık, üzüm bağlarının
içerisinde, ufak bir şato gibi.

SİENA
Chianti’ye gidilir, ufak bir gezi; sonra SİENA’nın merkezine yolculuk. (2 saat) Tam
bir Ortaçağ şehri, film seti gibi! Bayılacaksınız! Surlarla çevrili bir kent.
Siena’da Palio meydanı çok hoş, biz yarışlarına denk geldik-muhteşemdi. (Yılda 2 kez
oluyor; Temmuz ve Eylül)
Duomo kilisesi var. Kilisenin tepesine çıkıp panoramik bir bakışa değer. Merdivenler
bir hayli çok sayıda, nefesler kesilebilir... J
Siena’nın içini gezerken hangi kapıdan girdiğinize dikkat edin, çünkü tam 9 girişi var
ve tüm sokaklar birbirine benzediği için kaybolmak içten değil. Tecrübe ile sabittir.
Kaybolunca doğru kapıya ulaşmak 1,5 saat sürebiliyor. “Aman hangi kapı olursa
çıkarım ne önemi var” dememli çünkü arabayı park ettiğiniz yerden uzaktaysanız vay
halinize...

COLLE V’ALD’ ELSA çok güzel.
Cafe Lido diye bir dondurmacı var, tatlıları meşhurmuş; oturup dinlenmeye
değer...
SAN GIMIGNANO müthiş... (COLLE V’ALD’ ELSA’dan araba ile 8-10 dk)
San Giovanni kapısında girin içeri...
Meydanda Bar la Cisterna’da oturmanızı tavsiye ederim...
Museo Civico gezilebilir.

MONTERIGGIONI küçük, sade, şirin.

MONTALCINO harika
Rocco kalesine gidip şarap tadım yerini de ziyaret edin...
1888’den kalma Fiaschetteria cafe’de oturmalısınız! Şarap – peynir J

MONTEPULCIANO’ya giderken yolda Bagno Vignoni’ye de uğramalısınız!!! Burada
termal havuz var...

TALAMONE, deniz ve kum...nefis bir sahil kasabası...

PORTO SANTO STEFANO, Talamone’ye 20 km mesafede, romantik bir yer...

FLORANSA, söylenecek pek bir şey yok, kelimelerle anlatmak zor tüm sanat
eserlerini görmek mümkün değil, en az 1 hafta lazım ama etkkilendiğim bir kaç yer:
Meydanda Duomo ve Battistero, Signora Meydanı

Uffuzi müzesi görülesi
B.Gallo’da oturup bir şeyler yiyin, hoş yemekler, şarap çok güzel...
Park Boboli harika!!! İçinde Pitta Malikanesi var; Medici ailesi burada yaşamış
yıllarca – ama giderken yanınıza atıştıracak/ içecek bir şeyler alın, park çok
büyük ve hiç cafe/ büfe yok (bildiğimiz parklar gibi değil, kesinlikle görülesi
detaylarla dolu – minik çiçek havuzları, heykeller, fıskiyeler, manzalaralar...)

La Spezia çok hoş bir sahil yeri. Gittiğimiz gün İtalya’nın dünya kupasını aldığı
maç vardı; bir İtalyan gibi kutlamalara katıldık!!! Anlatılmaz, yaşanır J Geceyi
şampanyayla; İtalyanların deyimiyle Ferrari ile bitirdik, o kadarını söyleyeyim.

Portovenere – buraya zaman ayırın!

Cinque Terre turu yapın tekneyle; tam 5 liman kasabasını geziyorsun, ring
sefer şeklinde, günlük tarife elinde, istediğin limanda istediğin kadar zaman
geçirebilirsin... Jburalara arabayla ulaşım yok, ya tekne ya tren; bence
TEKNE!!!

Ve final Lago di Garda’da oluyor, GARDA GÖLÜ...Rüya gibi bir yer...

İYİ TATİLLER DİLERİM!