Her Şey Seninle Başlar

Eski bir Çin hikayesi geliyor: Bir köyde yaşayan yaşlı bir adam, çok fakir ama müthiş bir atı var. Öyle ki, kral bile gıpta ediyor adama. Zamanında hazinesinin hatırı sayılır bir kısmını teklif etmiş ama ihtiyar razı olmamış atını vermeye. "Bu at benim dostumdur, insan dostunu satar mı?" demiş.
Bir sabah kalkmışlar, at yerinde yok. Köylü hemen dalga geçmiş, "Ah akılsız, bak satmadın zamanında hem attan oldun hem paradan...". İhtiyar oralı olmamış, "Bildiğim tek şey var, tek gerçek, o da atımın şu anda olmadığı" demiş.
Kısa bir süre sonra at dönüp gelmiş, ama ne gelmek, peşinde kendi gibi güzel 10 vahşi atla birlikte! Köylüler ihtiyardan özür dilemişler "Amma da şanslısın..." demişler. "Bilemem" demiş ihtiyar, "şans mı şanssızlık mı. Sadece bir gerçek var o da şu anda daha çok atımın olduğu..."
Aradan bir hafta geçmiş, ihtiyarın tek oğlu, vahşi atlardan birinden düşüp bacağını kırmış. O halde tarlada çalışamayacağından bütün işler adamcağıza kalmış.
Köylüler yine peşin hükümlü: "Ne talihsiz adam, başına gelen iyi şeyler bile kötü sonuçlanıyor..."demişler.
Bizimki yine oralı olmamış, "Tek bir gerçek var o da oğlumun ayağının kırık olduğu" demiş ve geçmiş.
Bir süre sonra, savaş çıkmış, köyün bütün delikanlılarını orduya almışlar, ayağı kırık olduğundan ihtiyarın oğlu hariç. Köylüler gelip ihtiyara, ne kadar şanslı olduğunu söylemişler. O ise aynı cevabı vermiş: "Erken karar veriyorsunuz..."
Bu hikaye hem "hayırlısı olsun" deyişimizi açıklıyor, hem de elde ettiğimiz sonuçların değil, onlara yüklediğimiz "iyi" ya da "kötü" gibi anlamların aslında ne hissettiğimizi belirlediğini gösteriyor.
Elde edilen sonuçları aceleyle başarısızlık olarak nitelersek atalete kapılır, tutkumuzu kaybeder, hayallerimizden vazgeçeriz.
Oysa başarıya ulaşanlar, paraları, yetkileri, ellerinden tutan kimseleri olmasa da, seçkin şartlarda çalışmasalar da, rakiplerinin imkanlarına sahip olmasalar da işlerine asılır, zor zamanlarında daha çok çalışır, hayata hiç bırakmamacasına sarılırlar!
Yeni yılın bu ilk ayında tavsiyem, Mümin Sekman'ın "Her Şey Seninle Başlar" kitabını almanız.
Bu çok sevdiğim hikayeye yer vermiş kitabında.
Hayata dair çok vurucu yaklaşımları var. Dİyor ki:
Sende sandığından fazlası var! Rüzgarı suçlamayı bırak, yelkenleri kullan! Hayatta ya tozu dumana katarsın ya da tozu dumanı yutarsın!
Her şey ama her şey seninle başlar!

Rüya ve gerçek

Rüyamda teyzemi gördüm. Hatice Teyzemi.
Bir odada, sanırım yataktaydı.
Odanın bir tarafında kuzenim Nilgün, diğer tarafında kuzenim Ayşegül; birbirlerine arkalarını dönmüşler, iki zıt tarafa doğru bakıyorlar, sanki başları yerde...
Teyzem ikisinin ortasında.
Yüzü bana dönük, yüzünde endişeli bir hal, diyor ki "Ben yaşamıyorum ki, bu hayat değil Eylem..."
Kollarını iki yana doğru açmış bunları söylerken.
Yüzünde ağlamaklı bir ifade var.
Sanki gidecek ve beni ikna etmeye çalışıyor, gitmesi gerektiğine...
...
İçimde, göğsümün tam ortasında br sıkıntı, kalbim sanki yerinden fırlayacakmış gibi uyanıyorum. Doğrulup yatakta oturuyorum. Kalp atışlarım normale dönmüyor...
Saate bakıyorum. Sabah 04:06...
Teyzem hastanede, yoğun bakımdaydı, acaba bir şey mi oldu?
Hayır hayır, kötü şeyler getirmek istemiyorum aklıma.
Tuvalete gidiyorum.
Yatağa dönünce, yanımdaki şifonyerin üzerindeki bir bardak suyu içiyorum.
Kalbim hala normale dönmedi, dönecek gibi değil.
Tuhaf bir sıkıntı...
Yatağa uzanıyorum.
Dua ediyorum içimden.
Uyuyakalıyorum...
...
İş yerindeyim.
Hakan arıyor.
İşimin kaçta biteceğini soruyor.
Saatime bakıyorum, akşam üzeri olmuş, saat 4 civarı sanırım.
Daha işim olduğunu söylüyorum, "herhalde 8 gibi biter işim."
"Gelmem lazım" diyor, "seni almam lazım", "karşıya geçmemiz gerek..."
"Ne oldu? Teyzeme mi bir şey oldu yoksa?"
...
sessizlik...
...
"Bu sabaha karşı" diyor "kaybettik teyzeni..."
...
...
...
Benim güzel teyzem,
bembeyaz tenli,
ela gözlü,
sapsarı saçlı,
elmacık kemikleri çıkık,
ağzı, burnu biçimli,
güzeller güzeli teyzem...
...
...
...
16 Aralık 2010 tarihinde, sabaha karşı, tedavi gördüğü hastanede hayata gözlerini yumdu.
17 Aralık 2010 Cuma günü, sabah karla karışık yağmur yağdı. Hava çok soğuktu. Biz camiye giderken havanın puslu, grimsi rengi yer yer açılmaya başladı. Saat 14:20'de Seyid-i Ahmet Camii'nde kılınan cenaze namazı sırasında güneş yüzünü gösterdi. Bunun onun ışığı olduğunu düşündük. Teyzem de güneş gibiydi çünkü. Ayaz güneşi...Sonra, aynı yerde toprağa verdik. Annesinin akrabalarının ve babasının yattığı yerde...
Nur içinde yatsın...
Toprağı bol olsun...
Cennet ayaklarının altına serilsin...

Yeni işhhh...

Değişim rüzgarlarının başımda deli deli estiği günler...
Yeni bir başlangıç, yeni bir iş...
"Nerede kalmıştık?" diyerek başlamak geliyor içimden 2002'lere seslenerek.
Evet Andersen yıllarına...
Yakında daha fazla bilgi vereceğim :)

Yorumlara devam!!!

Sevgili takipçilerim,

Teknoloji konusunda kazmadan hallice bir arkadaşınız olarak bir zamanlar blogumdaki ayarlarla iyi birşeyler yaptığımısanarken "yorumlar" kısımını uçurmuşum.

Bunu ilk haber veren Banu olmuştu. Ama nasıl toparlanacağını tam bilemediğim için ilk tepki olarak, Banu'nun sözlerini kulak arkası ettim :)

Bugün kardeşim de aynı uyarıyı yapınca, gece eve döner dönmez bu işe el attım.

Meğer hiç de sandığım gibi zor değilmiş.

Hallettim anlayacağınız.

Yorumlarınız her zaman beni mutlu ediyor!

Sevgilerimle!!!

BEN

BEN!
Bundan yaklaşık 14 yıl önce bir kızla tanışmıştım. Nasıl azimli, çalışkan ve becerikliydi anlatamam. O sıralar bir yandan üniversitede okuyor, bir yandan bizim davet, toplantı, açılış ve benzeri organizasyonlarımızda hosteslik yapıyordu.
Bir keresinde uluslararası bir firmanın Rusya'daki yöneticilerinden biri iş treklif etmişti, ancak o hala eğitimine devam ettiği için ilgilenmemişti.
Başka bir sefer, görev aldığımız bir organizasyonda bize yemek olarak sandviçler vermişlerdi. Bu kız içine bakıp, "bu peynir ekmekle geçiştiremem ben yemeği" demiş, sandviçi bir kenara atmış ve hepimize mutfaktan kallavi yemekler getirtmişti. Tanımadığı yoktu, olmadık yerlerde olmadık kişilerle ahbaplığı çıkardı ortaya. O otelde de aşçıyı tanıyordu. "Ne kaprisli ama dediğini de yaptırıyor" diye düşünmüştüm o zaman.
Bir ara, sürekli Vancouver'dan bahsediyordu. "Kanada çok soğuk ama Vancouver güneyde kalıyor, o yüzden daha iyi bir iklim; şu zaman gitmeyi planlıyorum , vs" şeklinde anlatıp duruyordu. İlk defa ondan duymuştum Vancouver'ı.
1990'lı yılların başından bahsediyorum, o dönem hosteslik işleri yeniydi piyasada. Ve herhalde piyasada %30'luk bir istihdam sağlamıştı bu kız.
Yaptığı işi çok ciddiye alır, çok iyi yapardı. Üstesinden gelemeyeceği mesele yoktu. Yaratıcı zekası kuvvetliydi ve bunu çok iyi kullanırdı. Farklı bir duruşu vardı. Çevresi üzerinde müthiş bir etki yaratırdı.
En son 2004 yılında görüştük onunla...O sıralar Arthur Andersen'de çalışıyordu.
Sonrasında ne olduysa koptuk, neler yaptı?
Sonrasında neler yaptı anlatayım: Arthur Andersen macerası 2002'de bitti, Accenture oldu şirket. 2005'e kadar orada devam etti. Sonra Turkcell'deydi 3 yıl kadar. Ardından eşinin işi nedeniyle Hong Kong'a gitti.
Döndükten sonra ne yapacağına karar vermesi biraz zaman aldı. O da, yarı zamanlı olarak eşinin iş yerinde çalışmaya, bir yandan İspanyolca öğrenmeye, şan derslerine, şu anda yazmayı sürdürdüğü dergide yazmaya başladı. Ara sıra gelen iş görüşmesi tekliflerini değerlendirdi. Girdiği bazı mülakatları, saçma soruların sorulmaya başlandığı noktada kibarca terk etti. Kendini kişisel gelişim konularına adadı. Bu alanda eğitimler vermeye de başladı.
Şu anda, 2010 yılının son yazısını yazmakta :)
Evet, bu akşam tiyatroya gittim. Haluk Bilginer'in elinden Macbeth'e. Orada 14 yıl önce tanıştığım ama 2004 yılından beri görmediğim bir arkadaşımla, Aydın'la karşılaştım.
Tiyatro çıkışı oturup biraz sohbet edelim dedik. Bana beni anlattı. Ben de sanki yabancı birinden bahsediyormuş gibi dinledim onu, çünkü anlattığı şeylerin çoğu aklımdan çıkmıştı. Ama anlattığı beni çok sevdim. Yavaş yavaş hatırladım da. Ama neden şimdi öyle olmadığımı bilemedim. Birşeyler içimde o günlerde var olan enerjiyi tüketmiş. Kendimi dinlemek iyi geldi. En azından enerjimi geri kazanabileceğimi biliyorum çünkü o benim içimde olan birşey.
2011 hedefim sahalara bomba gibi dönmek! Ya siz? Eski bir dosttan dinlemek ister misiniz kendinizi? Ben size şimdiden iyi seneler diliyorum!

Düz yazı

En basindan beri ''tek endisem'' dedigim ve aslinda tek olmayacak sekilde listeledigim hersey bir bir karsima cikti...
Hayatimda ''KESKE''leri barindirmamaya ozen gosterdigim icin; sakin ve emin adimlarla yonlendirmeye - yurutmeye calistigim bu surec, su veya bu sebeplerle herseye ragmen kendi kendini yok etti.Her ne sebeple olursa olsun (sen, ben, ucuncu sahislar, aileler, eski iliskiler, is, sorumluluklar vs...) demek ki yeterince saglam basmamisiz yere ve yeterince saglam temellerimiz yokmus.
Sarkilarin melodi veya ritimlerinden ziyade sozlerinin onemli oldugunu soylerdim ya sana, iste bunun sebebi ''sevdigim'' icindi. Sevdigimi soyluyorsam seviyorumdur ve bunun kimse tarafindan sinanmasina musaade etmem.
Hayatin cok kisa ve birlikte yasam surmenin inanilmaz bir beceri oldugunu yadsimiyorum. Mutlu olacagin kisiyi; sevmek, anlamak, durust olmak, her zaman/hep/her ne olursa olsun saygi ve guven ile konusmak, yani hak ettigini yasamak ve vermek inanilmaz zor bir secim kuskusuz. Yas ve tecrube olarak benden donanimli oldugun icin tabii ki bu yazdiklarimi cok daha iyi tanimlayabilirsin... Bu da bir baska gercek oluyor saniyorum.
Anlatmak istedigim sey kisaca su; her ne kadar artik bir onemi olmasa da (anlatmakta gecikmis olmam ve/ veya dinlemekten kacmis olman...) beni duymandan ziyade ''DINLEMENI'', bana bakmandan ote beni ''GORMENI'' isterdim... Sebebi nasili hic onemli degil, sadece dogru zamanda yaninda olup yeterince isteyerek yasamak diye ozetleyebilirim.
Sonucta; hersey hayata dair ve bizim hicliklere mecbur kalmamak icin kendimizi dengeleyebilmemiz gerekiyor. O butunluk bozuldugu zaman ise; ya deger verdigimiz/ verebilecegimiz birini kaybetmek, ya da deger vermedigimiz/veremeyecegimiz biri ile bosuna yasamaktir aslolan...
SY

Bu yazıyı ben yazmadım, Sinoşum yazdı.
Bana telefonda okudu.
Çok sevdim.
İşte burada...

Kick Boks macerası

Hakan geçenlerde kick boksa başlayacağını söyledi. "iyi" dedim. Doğrusu benim hiç ilgimi çekmedi.
Yine geçenlerde Çin'e gittiğinde bir dolu malzeme almış kendine antremanlarda kullanmak için.
ELi kolu dolu geldi yani.
Baktım hemen o hafta boks hocası ile randevu ayarlandı.
Hoca bir Pazar çıkıp bizim siteye geldi.
Ben de meraklıyım ya, hemen düştüm peşlerine, ve tuttum bizim spor salonunun yolunu.
Onlar hoca ile çalışıyorlar, ben yürüyüş bandında takılıyorum. Bir yandan da onları izliyorum.
Bizimkinin canı çıktı ilk yarım saatte.
Ama onu görünce ben de gaza geldim.
Aman ben de şöyle şekle şemale girecek birşeyler yapsam hocam. Şu kalçalar, göbek, hayatımızın bir parçası haline gelmiş olan selüliter falan nasıl kaybolur? tonundan girdim muhabbete.
Hoca da dünya şekeri bir adam. İki laf ediyor, üç gülüyor.
Hepimiz keyifliyiz yani.
Spor sonrası hep birlikte geldik bizim eve.
Çay demledim, oturduk sohbet muhabbet gidiyor.
Hoca bize program yazdı. Haftanın her günü yapılacak hareketler.
Motivasyonlarımız tavan yapmış.
Ben kendimi plajda hayal ediyorum böyle Raquel Welch gibi falan...
Aaaa, o kadar yeni taş varken aklıma gele gele kim geldi bakar mısınız?
Offf, amma eskidim yahu!
Annemin dönemine takılmaya başladım...
Biraz erken oldu :)

Neyse, işte hal böyle.
Bir sonraki gün İspanyolca kursuna giderken bizim kızlara anlatıyorum, "başladım spora. Çok iyi olacak. Haftalık program. Taş. Hoca süper. Aktifiz heyecanlıyız!"...
Sonra,
Şu ana geliyoruz.
bu hadisenin üzerinden 2 hafta geçmiş.
Ne Hakan ne ben o güzel Pazar'dan sonra spor salonunun yolunu bulamadık.
Her akşam bahaneler diz boyu.
İsteyince insan ne güzel bahane uyduruyor yahu!

Veee,
Hakan'ın boks çantası çoktan dolabın üstüne kalktı bile!!!

Ne maymun iştahlıyız!

İstiyorum şekle girmek ama aksiyon yok kardeşim.

Bu disiplin nasıl gelecek bana?

Yazmazsam ağlayacağım

2010 yılı. Günlerden Pazartesi. Akşam vakti. Saat 20:10.
kapımız çaldı ve Hakan'ın sipariş ettiği buzdolabımız geldi.
Bir baktım dev gibi bir kutu.
Hakan bana bakıp "152 kilo" dedi.
Ne???
Ama karşımda sadece 2 adam var.
"Yani bu iki kişi mi taşıdı?" diye sordum gözlerimi kocaman açarak.
Hakan 1 işareti yaptı.
Daha çekingen duran, işçi önlüğü giymiş adamı göstererek. Daha zayıf olan adamı...
İçim acıdı.
Boğazım düğümlendi.
"Size bir bardak su vereyim" dedim.
İstemediler.
Çekindiler mi, müşteriden su içmek yasak mı bilemedim.
Sordum "Siz bu saatelere kadar çalışıyor musunuz? Mesainiz ne zaman bitiyor?" diye.
"Ablacığım sevkiyat var. Bitene kadar. Çalışmaya devam" dedi.
Yani sabaha kadar sürse, o öekingen incecik adam kim bilir kaç katı sırtında yüzlerce kilolarla çıkacak.
Hakan o sırada bir şeyler imzalıyor.
Kredi kartı, vs... bir problemler oldu...
Aklı tamamen operasyonda.
Bense takıldım kaldım.
Acele acele mutfağa gittim, ikram edecek br şeyler için.
Mercimek çorbası vardı, yemeğe oturmak üzere ısıtmıştım ama onlara nasıl vberebilirdim ki?
Ya da taze çayım olsaydı şöyle demlenmiş...
Bilemedim.
Mutfakta bir o tarafa bir bu tarafa kah çekmecelere, kah eski buzdolabının içine bakarak ikram edecek bir şeyler aradım.
Sonra bir paket keki gördüm çekmecede. Vişneli.
Madem işleri bitmemiş, yolculuk devam ediyor, yanlarına vereyim diye düşündüm. Hiç olmazsa yolda yerler, ağızları tatlanır.
Verdim...
Aldılar tebessümle...
...
İş kanununda yok mu çalışanı koruyucu maddeler?
Bir kişi 150 kilo taşıyabilir, sırtında 150 kilo ile kim bilir kaç kat çıkabilir mi?
...
Ben hep buralardayım işte...
Sinmiyor içime...

Şu an. Yapabileceğinin en iyisi. Yap.

Az önce Sinoş'tan bir mail geldi.

Birşeyler yazmış ve devamını yazmam için bana göndermiş.

Şu anda içinde bulunduğu süreçle ilgili yazdığı bir kaç satır.

Ben de ona aşağıdaki cevabı verdim.

Ve kafası karışık olan, anlatacak bir şeyleri olan herkese, veya olmayanlara da, içlerini dökmek isteyen veya o veya bu şekilde offf, işte diyorum ki:

"bana kalirsa icinden ve aklindan gecen herseyi, bu konuyu sanki seni
cok iyi anladigini bildigin birine anlatiyormussun gibi yazarak cok
guzel bir sey yapmis olursun canim.

kafanin biraz karisik oldugunu biliyorum.

bu cok normal inan bana.

hep ogretilenler, kurallar, "olur/ olmaz"lar var hayatta. Bu
kosullandirmalar, bazen icimizdeki sesi duymamizi engelliyor.

yazarak, bu önyargilardan uzaklasabilir, icindekileri dokebilirsin...

bu konu senin konun, su anda senden daha iyi yazamaz kimse... :)

sunu unutma, kimse hayatinda herseyi cozmus degil.

oyle olsa acaip sıkıcı olurdu zaten.

hayatta mutlak dogrular ve yanlislar da yok.

sen ne istiyorsun?

onemli olan bu...

ne istiyorsun Sinem???

onundeki 5 yili, 3 yili, 10 yili sormuyorum,

su anda ne istiyorsun?

yakin gelecekte ne hayal ediyorsun?

ne seni mutlu eder?

daha uzun vadeyi planlamak iyi tabii ki, ama yoksa da yoktur...

bir gun gelir ve olur o da...

o zaman, su ana odaklan...

kendin icin yapabileceginin en iyisini yap..."

Bir milonga hatırası

Hayatınızda hiç milongaya gittiniz mi?
Milonga da ne demek diye sorduğunuza göre, gitmediniz.
Ben de daha bir kaç sene önce öğrendim, oralara giden arkadaşlarımdan.
Sözlükte milonga için “Arjantin ve Uruguay kökenli bir müzik ve dans türüdür, ayrıca Arjantin Tangosu’nun yapıldığı partilere de verilen isimdir.” deniyor.
Geçenlerde çok sevdiğim bir arkadaşım milongaya giderken, peşine takıldım. Yıllardır tango yapar, bana da söyler “Çok seversin, çok yakışır sana, bir milongaya gel ve gör...” şeklinde, bir türlü fırsat olmadı.
Ama o akşam, o davet etmeden ben atladım. “Gidip bir göreyim bakayım, neymiş bu bir sürü insanı peşinden sürükleyen, geceleri başlayıp sabahlara kadar süren, enerji patlaması yaşatan, tutkuyla, hasretle anlatılan olay?” dedim kendi kendime.
İyi ki de gitmişim!
Taksim Sıraselviler Caddesi’nde, eski bir apartmanın, apartmandan daha da eski bir katında; tavanları işlemeli, aynaları varaklı, yerleri çocukluğumuzun ince, doğal ahşap parkelerinden, kapıları üç metre yüksek dairesinde, yedisinden olmasa da yirmiyedisinden yetmişine çok hoş bir topluluğun gecesine ortak oldum.
Hanımlı, beyli bu cemaatte, herkes, müziğin tutkulu ritmleriyle dans etmekteydiler.
Hanımlar, ince topuklu, narin, bantlı ayakkabıları ve birbirinden şık kıyafetleri ile göz alıcı bir zerafet içerisinde salınırlarken, beyler de hiç günlük hayatta görmeye alışık olmadığımız bir kibarlık ve hassassiyetle partnerlerine eşlik etmekteydiler.
Kendimi sanki 1950’lerde çevrilen bir filmin setindeymişim gibi hissettim. Etrafıma bakıyor, hem ortamın, ışığın, müziğin, hem de insanların detaylarını dikkatle inceliyordum. Her detay başka bir yerlere alıp götürdü beni. O yerlerden bir şeyler alıp geri geldim sanki.
İçim dans edenlerin sıcak enerjisi ile doldu. Yüzümdeki gülümseme ile, sanki bir daha asla kaşlarımı çatamayacakmışım gibi gevşeyen yüz hatlarımla ben, o gece, orada, uzun zamandır hissetmediğim bir dinginlikle sanki masmavi bir gökyüzüne, ışıldayan bir güneşe doğru kanat çırptım ağır ağır...
O gece, 36 yaşındaydım. İlk defa milongaya gitmiştim.
Acaba dünyada başka ne güzellikler var henüz karşılaşmadığım?
Hepsini vakitlice tadacak kadar şanslı olacak mıyım?
Demek ki, bir şeylere saplanıp kalmamalı. Algıları hep açık tutmalı.
Çevredeki hareketliliğe dikkat etmeli. İnsanlar neler yapıyorlar? Bilmeli...Anlamalı...Tanımalı...Sevmeli!
Hayatın sunduklarının tadına varmalı.

Ne güzel bir noktada kalmışım!!!

Bir baktım, en son planlayıp da yapamadığımız Roma seyahatini yazmışım.
Hayat öyle garip ki biz bu seyahati yaptık :)
Hem de olamayacağını yazdıktan kısa bir süre sonra.
Demek ki "herşeyde bir hayır varmış" dedim hatta...
Eğitim işi bir şekilde olmadı.
Gerçekten komik bir durum!
İyi ki de olmamış.
Bastık gittik Hakkuş'umla!
Bir gezdik, bir gezdikkk...Doyamadık ikimiz de...
Daha dönmeden bir daha ne zaman gideriz'in planını yapıyorduk.
Amaaaa bir sonraki gidişimizde, Roma hakkında birşeyler okuyup öyle gideceğiz.
Roma'yı yazmalıyım.
İzlenimlerimi not ettim, defterimden buraya aktaracağım.
Hem bizim bir sonraki gidişimize, hem de siz takipçilerime lazım olacaktır!
Muhakkak görün ROMA'yı!
Nasıl değiyor anlatamam!
İşin keyifli yanı, döndükten bir kaç gün sonra şu anda vizyonda olan "Eat Pray and Love" filmine gittik arkadaşlarla. Filmin bir kısmı Roma'da çekilmiş. Hakkuş'la izlerken, birbirimize "Aaa şu arabayı görmüştük, aaa şurada oturup birşeyler içmiştik, aaa...." şeklindeydikkk :)
Sevgilim yarın Hong Kong'a gidiyor :( ben buradayım...Tam 5 koca gün ayrı kalacağız! Poffff...
Sevmiyorum ondan uzak olmayı, sevmiyorum hiç sevmiyorum ayrı kalmayı...
Geçenlerde işlerinin bir parçası olarak sürekli seyahat eden arkadaşlarımızı düşündüm. Ne zor! Ben hiç istemezdim Hakkuş'tan öyle sık sık kopacak tempolarda olmayı...
Bu ara düştüm yine onun üzerine deli gibi :)
Ara ara geliyor işte!
Sanırım keyifli işlerle uğraşıyor olmamın da etkisi var bu modumda.
İnan bana insanın keyfi yerinde olunca herşey güzel oluyor!
Hayatımızın en önemli mutluluk unsurlarından biri de işimiz! Zamanımızın acaip büyük bir kısmı orada geçiyor.
bu yüzden aman dikkat!
Bizi yiyip bitiren işlerden uzak kalabilmek
ve
Kocaman mutluluklara yelken açabilmek dileğiyle!

O la la!!!

Planlar, değişimler, ondan şundan

İnsanın programı nasıl da hızla değişebiliyor!
Gelecek hafta Hakkuş'la beraber Roma'ya gitmeye karar vermiştik.
Pazar günü gidip 3-5 gün kalıp dönecektik.
Ama bir kaç gün önce bir arkadaşım aradı ve yurtdışı bazlı bir eğitim firmasının Türkiye'de yatırım yapmaya karar verdiğini, gelecek hafta da "eğiticinin eğitimi" başlıklı bir programın olduğundan ve benim CV'mi iletmek istediğinden bahsetti.
Eğitim işlerine girmiş bulunduğumdan bunun güzel bir fırsat olduğunu düşündüm ve bizim Roma programını iptal ettim.
Şimdi de, Eylül ayındaki kontenjanın dolduğu, benim Ekim'deki postaya kaldığım haberi geldi.
Bir anda bütün ajandam değişti.
Şimdi tekrar Roma gündemde.
Ancak bir kere değişikli olunca insanın hevesi kaçar ya, o vaziyetteyim.

Bir yandan iş görüşmesi yapıp hala haber beklediğim iki firma var. Bu durumun bu kadar uzamış olması pek sevimsiz. Hele benim gibi belirsizlikleri sevmeyen biri için.
Bu arada, haber beklesem de aslında her iki iş için de ne kadar istekli olduğum tartışılır...Bak bunu bile etraflıca düşünmeye zaman ayırmıyorum.
Hay Allah :)

Bunun yanında sağolsun çok sevdiğim arkadaşlarımdan gelen fırsatlar var. CV'mi oralara da iletmiş bekliyoruz bakalım neler olacak diye.

Tabi bunların yanında ben boş durmuyor bizim bölgede emlakçılık yapıyorum. Bir dakika, yapmaya çalışıyorum demek daha doğru olur çünkü tabii ki olayın çok başşındayım henüz...Ama umudum var, bir ev satarsam güzel paralar gelecek :) Boş duranı kimse sevmez diyor ve geliyorum, komşularımın emlak ofisine. Ekip de çok şeker, gırgır şamata geçiyor günler...

Hayatım hiç de fena değil aslında :)

Bir aşk hikayesi

Onca yıldır birlikte okudukları halde, lisenin mezuniyet balosunda ilk defa konuştular. Öyle büyüleyici bir güzelliği vardı ki Eda’nın, Demir konuştuklarına konsantre olmakta güçlük çekiyordu.
Okulda gördüğünde de her zaman başını döndürmüştü bu kız. Alımlı, asil, gururlu bir duruşu vardı. Kumral teni, dümdüz saçları, yosun yeşili gözleri, düz ve hafif kalkık, ince bir burnu, pembe dolgun dudakları ona masum, çocuksu ve aynı zamanda müthiş dişi bir hava veriyordu. Boyu ortalamanın üzerindeydi ve incecikti. Yürüdüğü zaman bir kuğu edası ile süzülüyordu sanki. Küçük yaşlardan itibaren bale yapmış olmasının etkisi hareketlerine ve duruşuna yansıyordu olduğu gibi.
Demir de okulun en popüler erkeği olarak, bronz tenli, simsiyah saçlı, koyu mavi gözleri, sert hatları olan, geniş omuzları ve uzun boyu ile güçlü, yapılı bir gençti. Eda’nın da dikkatini çekmişti ama egoları onca yıl aralarında bir diyaloğun geçmesine engel olmuştu. İkisi de ilk adımı atma konusunda diğerinden medet umuyordu.
Baloda yenilen Demir oldu çünkü o gece Eda bir başkaydı. Artık bu oyunu daha fazla devam ettiremeyeceğini hissetti genç adam. Balodan sonra onu bir daha göremeyecek olma riskini göze alamazdı. Duymuştu, Eda üniversiteyi İsviçre’de okuyacaktı.
O gece balonun yapıldığı büyük otelin bahçesinde sabaha kadar konuştular. Meğer paylaşacak öyle çok konuları, o kadar ortak noktaları varmış ki…Ruh ikizleri tabirine birebir uyuyorlardı her halleriyle…
Öyle yoğun hisler sarmıştı ki ikisini de birbirlerinin gözleri önünde ama hiçbir iletişim olmadan geçen onca yıla üzülmediler bile.
Geleceği birlikte geçireceklerinden emin olarak birbirlerine sarıldılar. Öylece kalakaldılar saatlerce. Ve sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, evlerine gidip ailelerine müjdeyi vermek üzere ayrıldılar.
Eda evinin önünde arabadan indiği sırada, yokuş aşağı hızla gelen bir kamyonetin çarpması ile olduğu yerde hayatını kaybederken Demir onu sabaha kadar beklemiş olan annesine daha kapıdan girer girmez hayatının kadını ile karşılaştığını ve hemen o akşam annesi ile tanıştırmak için getireceğini anlatıyordu…
Hayat bazen acımasız oluyor dostlar. Hissedilenler saklanmasa diyorum. Beklemesek bir şeyleri paylaşmak için. İçten geldiği gibi yaşasak…

Okuduğum bir kitabın etkisi ile yazdım bu yazıyı yine bir çırpıda...

Kariyer gelgitleri...

İş ve kariyer konusundaki düşüncelerim sürekli bir değişim içerisinde.
Günüm günüme uymuyor.
Bir kalkıyorum, "prestij, havalı bir firma, süslü bir pozisyon, güçlü bir koltuk..." diyorum;
Başka bir gün ya da daha kötüsü veya iyisi, aynı günün farklı bir diliminde "seveceğim iş, şu sıralar para kazanabileceğim, esnek saatleri olan, İstanbul trafiğinde hırpalanmayacağım, samimi bir ortam..." diyorum...
Dün akşam, Makine Mühendisi olup uluslararası bir firmada yıllarca yöneticilik yaptıktan sonra işi bırakıp hobisi olan briçi işi haline getiren arkadaşımız Emrah'la beraberdik.
Şu anda hatırı sayılır bir briç klübünü devralmış durumda, dersler ve turnuvalarla dolu bir hayatı var.
İnanır mısınız bu olaya el attığından beri yüzündeki çizgiler yok oldu, bakışları değişti, gülüşü daha bir doğal, hareketleri daha sakin ve ılımlı...Huzur dolu!!!
Onunla sohbet ederken, onun bu geçiş dönemindeki gel-gitlerini anımsadım. Ona hep "Deli misin, sevdiğin şeyi yap, bir an bile düşünme, korkak olma, sevdiğin şey hem mutluluk hem kazancı getirecektir..." diye tavsiyeler verdiğimi, bu duygularımı ateşli ateşli savunduğumu çok iyi hatırlıyorum.
Şimdi konu kendim olunca aynı cesareti gösterememem ne tuhaf...
Önüme çok güzel bir fırsat çıktı aslında. 2 yıldır başımı yiyen bir fırsat.
Bu sefer yapacağım.
En azından deneyeceğim.
Güzel yanı, tanıdığım ve sevdiğim insanlarla yapacağım bir iş.
Evimin hemen yanıbaşında.
Sabah 10:00'da başlanıyor.
Akşam 18:00 gibi bitiyor.
Gün içinde esneksin, öğle yemeğine eve gidilebilir :)
Bu akşam bizim arkadaşlarla konuşup yarın halledeyim diye geçiyor aklımdan.
Hayata geçtiğinde, ilk duyan siz olacaksınız!
Anlayanlar olmuştur bile :)))
Tabii ki umarım teklifleri hala geçerlidir :)))

Alaçatı'da Barbun'lu Geceler...

Klasiğimiz, aşkımız Alaçatı...
Şu anda radyoda Eric Clapton'dan Wonderful Tonight'ın çalıyor olması bir tesadüf mü yoksa?
Ne zamandır bahsetmek istiyordum, aşkını gerçekleştirmek...
Bizim Hakan'la aşkımız da Alaçatı'da başlamıştı ya, bundan tam 9 sene önce...
Orayı bizim için bu kadar özel kılan bu mudur yoksa sonrasında yaşananlar mı bilmiyorum ama bir gerçek var ki, o da orası ile bir şekilde özdeşleştiğimiz...
Kendimizi bulduğumuz yer...
Maskesiz olduğumuz yer...
Huzurun bizim için en yalın tanımı orada saklı...
Ve ikimiz de iple çekmekteyiz hayatımızın çoğunu orada geçireceğimiz günleri...

Alaçatı'da çok sevdiğimiz arkadaşlarımız var.
Oraya gide gele tanıştığımız, sonra her gidişte görmek için sabırsızlandığımız, bir dolu şey paylaştığımız...

İçlerinden biri Kemal.
Genç, yakışıklı, enerji dolu, çok deli bir freestyle'cı!
Sörfe çıktığında en güzel yeri bulur, gözlerimizi ayırmadan saatlerce izleriz onu, sıkılmadan, ilgiyle ve müthiş bir dikkatle!

Kemal geçtiğimiz yıllarda kendini yemek işlerine verdi.
Alaçatı'nın göbeğinde Barbun diye bir yer açtı. Aşçılığını da kendi yapıyor.
En az sörfte olduğu kadar iddialı...
Müthiş romantik, keyifli, duru, sade, şık ve tam Alaçatı'lık bir atmosfer...
Bembeyaz bir ortam, birbirinden zevkli sunumlar eşliğinde gelen çeşit çeşit deniz mahsülleri, tadına doyamayacağınız şaraplar...

Genç yaşında ilgi duyduğu alanı keşfedip onun peşinden giden nadir insanlardan olduğu için,
Bunu ciddiye alıp ne gerekiyorsa sonuna kadar araştırdığı için,
Hayallerini hayata geçirebilecek kadar cesur olabildiği için,
Yaptığı işi sonuna kadar sahiplenip en güzelini ortaya koyabildiği için,
İşinin üzerine titrediği için,
Ruhunu katabildiği için,
Her ayrıntıyla tek tek ilgilendiği için,
"İstediğim noktaya ulaştım" deyip bırakmadığı ve daha iyiye daha güzele doğru hedefler koyduğu için,
Ona hem çok büyük bir saygı duyuyorum, hem de nasıl imreniyorum anlatamam...

Alaçatı, Barbun, Kemal, Alaçatı...

Sıradan bir Cumartesi

Güzel bir Cumartesi sabahı demek:
Uyandığında yanında seni seyrediyor bulmak onu...
Kahvaltıyı hazırlamak için mutfağa gittiğinde, arkandan sessizce gelmesi ve çalan müzik eşliğinde dans etmeye başlamak...
Sana sabahın en güzel kızı olduğunu söylemesi...
Nasıl olduğunu anlamadan kendini mutfak masasında bunları yazarken bulmak, o kahvaltıyı hazırlarken :)
Ve yumurtanı nasıl istediğini sorması...
and on the radio "25 years of my life and still trying to get that great big hill of hope for a destination..."

Alaçatı'da Ağustos 2010

Geçen hafta Cuma sabahı Alaçatı'ya gittik komşularımız ile birlikte.
Her zamanki gibi Moy Otel'de kaldık.
Sıcak bir karşılama, ev havasında yapılan kahvaltılar, deniz dönüşü, akşam yemeğinin hemen öncesindeki çaylar ve yanında her gün bir başkasını tattığımız çeşitli atıştırmalıklar, gece otelimize yani evimize dönünce kendimizi attığımız mis kokulu çarşaflar...
Bu gidişimizde rüzgar pek kuvvetli olmadığından sörf yapmak yerine her gün yeni bir kumsalda aldık soluğu.
Aya Yorgi ortam olarak çok güzel olsa da, deniz maalesef bir hayli bulanıklaşmış.. Üstelik koyun yakınlarında demirlemiş teknelerin atıkları hiç de hoş olmayan görüntüler yaratmakta.
Yine de orada, Shayna Beach'te olduğumuz gün dağıtılan frizbilerle tatilin sonuna kadar oynadık :) Sanırım küçüklüğümden beri ilk defa alıyorum elime, nasıl yadırgadım başta, beceremedim. Ama kısa zamanda çözdüm evvelallah!
Fun beach müthişti!
Deniz ve kumun güzelliğine, Dünya Basketbol Şampiyonası'nın Rus asıllı pon pon kızlarının bizim adamların başlarını döndürüşünü izlemenin zevki eklenince orada geçirdiğimiz gün kat kat eğlenceli bir hal aldı.
Sonraki günlerde Seaside Beach vardı.
Ve biz evimiz için sevgili mimarımız Gürcan'la buluşup buluşup planların üzerinden gittik.
Keyif dolu geçen 1 hafta!

Tatildeyim!!!

Birazdan Kuşadası'na doğru yola çıkıyorum.
Sinoş da Bozcaada'ya, Hakkuş ise Alaçatı'ya doğru gitmekteler.
Hepimiz dağılmış vaziyetteyiz anlayacağınız.

Ben, Hollanda'da yaşayan en yakın arkadaşımın bebişini görmeye gidiyorum. Bir kaç hafta önce, Türkiye'ye

Ve yine "iş" desem...

Biliyor musun, hayatımda değer görme konusunda bir şekilde eksik hissediyorum kendimi.

Sanki hak ettiğim değeri göremedim.

Bu sadece iş hayatım için geçerli aslında.

Ben mi yeterince çabalamadım, doğrusunu mu beceremedim acaba?

Yakın zamanlara kadar hatayı hep karşımdakilerde aradığım için, sağlıklı bir sonuca varamadım. Tatmin edici bir yanıt bulamadım kendi adıma.

Bu yüzden kendimi bir takım bahanelerle uyuttum. Daha doğrusu uyuttuğumuz zannettim.

İçten içe tabii ki biliyorsun, o birikenler bir yerlerde yakalıyor seni.

Az önce Hakkuş'la mailleşirken, duygusal bir boşalma yaşadım. Bana şöyle yazmış:

"Askim...
Okurken senin adina cok heyecanlandim.

Sen cok degerli bir insansin. Umarim seni gercekten hakedecek bir yerde olursun.

Canim karim oldugun icin degil, ama sen gercekten daha iyilerine layiksin...

Sen hep mutlu ol ne olur...

ss"

Bir iş görüşmesi için bana gelen mailin üzerine yazdıklarını paylaştım yukarıda.

Hakkuş'un notunu okuduktan sonra gözyaşlarıma hakim olamadım.

Bir başarı hikayesi yazmayı çok istiyorum.

Değerimin bilineceği bir ortamda çalışmayı da.

Ben çalışmayı seven bir insanım. Yeter ki motivasyonum kırılmasın.

Demek ki, beni nelerin motive ettiğine dikkat edeceğim. Burada kendimi için belirlediğim gerçekçi olmayan faktörler gereksiz beklentilere, yanlış yönlenmelere sebep olabilir.

Motivasyonumu yitirdiğim durumlarda da iş kalitemi etkilememesi için neler yapacağıma bakmalıyım. Sonuçta iş, iştir. Eylem'e yakışan kalitede yapılmalı.

"Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz"

Abartmak istiyorum

Bizim toplumumuzda bir şeyden duyduğumuz memnuniyeti dile getirmek, teşekkür etmek pek yaygın değil diye düşünüyorum.

Mutluluğumuzu doyasıya yaşayamıyoruz ki...Gülmeler, kahkahalar hep frenlenir bizde. "Şişşşt, sessiz ol; ne o öyle sokak kadınları gibi..."

İşte bunlar birbirleriyle bağlantılı bir şekilde hislerini sözlerle ifade etmede, hatta duygularının farkında olmakta kısır bırakıyor bizleri.

Düşünsene bir şeye aniden parlamayı biliyoruz, kontrolümüzü kaybetmeyi de, ama aniden mutlu olmayı, sevinç naraları atmayı beceremiyoruz; hatta elimizi ağzımıza götürüp kapatıyoruz ve "çığlık atmamak için zor tutuyoruz kendimizi!!!"

Tüm bunlar bizler için iyi bir şeyler yapanların farkına varmamızı ve şükranlarımızı sunmamızı da gölgeliyor.

Mesela ben şimdi alt komşumla, onun karşısında oturan komşuma teşekkür edeceğim. Yanımızda oldukları, hayatımızı birlikte şenlendirdiğimiz için.
Bitişik komşuma da, bahçesine ektiği bambular için. Hepsi büyüyüp koca ağaçlar oldular ve sabah balkonda kahvaltı yaparken, bu yeşilliğe bakmak içimi açıyor!

Bu bir alışkanlık biliyor musun.

Ben yıllardır uyguluyorum -içimden geleni yapıyor ve iyi bir şeyler olduğunda buna vesile olanlarla mutluluğumu paylaşıyorum - bu çığ gibi büyüyerek gelişiyor ve çoook mutlu oluyorum!

Bu konuyu abartmak istiyorum. Yani çok çok çok daha fazlasını yapmak!

Güzel bir sabah

Güzel bir sabah ne demek biliyor musun?

Güne arkadaşının gönderdiği mp3 ile, "la vie en rose" ile başlamak...

Kahvaltını bu müzik eşliğinde yaparken, böyle bir arkadaşın olduğu için şükretmek...

Bu arkadaşın aynı zamanda her sabah sana "meditation tip"ler de gönderiyorsa mutluluktan havalara uçuyorsun...

Bu "tip"ler sana "anın önemini, güzel insan olmanın hafifliğini, hayatın yaşamaya değer olduğunu, sevmeyi, sevilmeyi,..." hatırlatıyor her gün ve sen de yavaş yavaş öğreniyorsun!

Daha ne olsun?

Teşekkür ederim Banu'cuğum, dedim ya "İYİ Kİ VARSIN"...

Uçan Porche ve erkeklerde iktidarsızlık

Yazacağım ne zamandır araya bir şeyler girdi ve bu konu içimde kaldı.

2 gün önce, eve gelirken son dönemeci aldım, trafik ışıklarına doğru 100 metre kalmış, ışık da kırmızı yanıyor ve 60 kilometre ile gidiyorum.

Yanımdan beni kasarak sollayıp ışıklara doğru uçan sonra da eşek gibi durmak zorunda kalan :) bir Porche geçti. Sakin sakin yanındaki şeritte durdum, ışığın yeşile dönmesini beklerken, kimmiş şu yarım akıllı diye bir bakayım dedim.

Tahmin ettiğim gibi orta yaşlarının üzerinde bir zat. İçimden gelmedi "bey" demek, "beyefendi" hiç değil zaten; adama da benzetemedim.

Herneyse, o anda, okuduğum bir şeyler hızlıca aklıma gelip Porche gibi aniden gelen kızgınlığımı bastırdı ve bir gülmeye başladım anlatamam.

Biliyor muydunuz, trafikte, böyle yerli yersiz deliler gibi araba kullanan erkekler, başka yerlerde kendilerini gösteremedikleri için, bir çeşit iktidarsızlık tatmini için yaniiii, o şekilde davranışlar gösterirlermiş!

Bu empatiyi kurduğum anda yumuşadım.

Gülmeyle birlite gelen gevşeme de cabası oldu haliyle.

Sonra yeşil yanınca, brınnn diye uçan adamın arkasından bakarken, bana bunu yazdırdığı için ona minnettar kaldım!

Doğal akışında yaşanan ilişkiler

Herşeyi oluruna bırakmaktan bahsediyor okuduğum kitabın şu bir kaç sayfası.
Bunu da ilişkiler merkezinde konumlandırarak anlatmış.
Çok hoşuma gitti ve bu fikri aldım ben (İngilizce'de vardır ya "I buy this")

Benim kendime çıkardığım fayda şu şekilde:
Bir ilişkide zaman zaman durağanlık olur, bazen haşinlik, kimi zaman dalgalanma, başka zamanlarda uzaklık,...bunların tam tersinin sürekli olacağı durumları beklemek anlamlı değil, çünkü gerçekçilikten uzak.

Karşındakine karşı çok farklı ruh halleri içerisinde olabilirsin.

Bir gün çok seversin onu, yanında, dizinin dibinde istersin; başka bir gün tam tersi...
İnsan dediğin varlık özünde değişken değil mi zaten.
Belki de hayatı heyecanlı yapan bu değil mi?
Monotonluğu seven biri olabilir mi?

Konuyu dağıtmadan söylemek istediğime geleyim:

Bazen sorarız sevgilimize
"Bana yeterince ilgi göstermiyorsun?"
"Bu günlerde uzaksın?"
"Neden bu kadar düşüncelisin? Yolunda gitmeyen birşeyler mi var?" diye...

Oysa akışına bıraksak,
O günler de öyle geçse işte,
Bunu doğallığın bir parçası olarak kabul etsek?

Nasıl olur?

Evvvet, biliyorum ki sevdiniz!

Ben de...

Gözleri Açık Sevmek demiş Jorge Bucay&Silvia Salinas ikilisi

Şu sıralar harıl harıl bu ikilinin kitaplarını okumaktayım.
Elimde, "Gözleri Açık Sevmek" ve "Yola Sensiz Devam Etmek" var şu anda.
İlişkiler üzerine yazmışlar.
İki kişinin bir kitap yazması da ilginç değil mi?
Ama olmuş işte.
Çok da sürükleyici.

Şimdi ben neden bu kitapları aldım, amanınn Hakkuş'la yangınlar mı var yoksa??? diyecekseniz, "eh az biraz var bir şeyler tabii" diyeceğim ve devam edeceğim "kitaplarımı almamın bununla ilgisi yok, Çeşme Marina D&R'a girdiğimde, elim gidiverdi ve şöyle bir bakıp alıverdim"...
Tatilimin göbeğinde, Alaçatı'mı bırakıp Çeşme Marina'da, hele hele de D&R'da ne işim olduğu sorusu varsa akıllarda buna cevabım yok.
Aslında herşeyin bir nedeni vardır diye düşünürsek de bir cevabım var ama çok da önemli ve ilginç değil. Aman tamam söylüyor ve kurtuluyorum: Hakkuş sörfte kulak zarını patlattığı için, Alaçatı'nın rüzgarına suyuna bir gün ara verip Çeşme civarını yoklayalım, takılalım, tatilimizi damardan yaşamaya devam edelim demiştik, falan filan...

Bu arada, tatilin bitmesine 4 gün kalmışken 2 kitap birden almam da komik oldu.
Öyle delice, gece gündüz kitap okuyan bir tip değilim.
Sanki İstanbul'da D&R yok.
Bir de taşıdım kitapları zaten ağır olan çantamda...

Aman ne söylendim!

Ne yazacaktım neler döküldü bakar mısınız?

Yazacaklarım ilişkiler üzerineydi.

Çok hoş detaylara yer vermişler yazarlar, ben de özümsediğim kadarını paylaşmak istedim.

Her zamanki gibi bunu yapmak için de kitapların sonunun gelmesini beklemedim, henüz ortalarındayım, her ikisinin de...

Alaçatı'da "Yola Sensiz Devam Etmek" e başlamıştım ama tatil dönüşü buluştuğum Nilaycan'ımla sohbet ederken, konumuzun bir yerinde, bana yönelttiği bir soruya "Dur ben hiç söylemeye çalışmayayım, amcalar yazmışlar, ben de az önce seni beklerken okudum..." diye cevap vermenin ötesinde, "demek bu kitabın sana geleceği varmış" diyerek devam etmemin sonucunda kitabı oracıkta hediye ettiğim için sonuna kadar okuyamadım.

Eve dönünce başladığım "Gözleri Açık Sevmek" ise, bugün Elifcan'la yaptığımız sohbetin tam da orta yerine öyle tatlı oturdu ki, Bağdat Caddesi D&R'a girip ona da bir tane ısmarladım keyifle.

İstanbul'da yağmur var!

Aylardan Temmuz.
Hem de öyle başı falan değil, tastamam 26'sı veeee
İstanbul yağmur altında!
Gök gürültülü, şimşekli, sağanak yağmur.
Hava bütün gün 35 derecenin sınırlarını zorladı ve akşam üzeri bir anda simsiyah oldu gökyüzü.
Aniden.
Şu anda bardaktan boşanırcasına yağıyor.
Nasıl güzel!
Mevsimin bize sunduklarının ötesindeki bu beklenmeyenler, bu sürprizler ne kadar hoş!
Doğanın mutluluk nidalarını duyar gibiyim.
Çimler, ağaçlar, çiçekler sanki bir başka havaya büründüler.
Gündüz sıcağında pestilleri çıkmış, adeta avurtları çökmüş görünen topluluk, yağmuru görünce nasıl da serpildiler, enerjiyle doldular, kikirdeşmeye başladılar...
Yağ yağ yağmur,
Teknede hamur,
Ver Allahım ver,
Dolu dolu yağmur...

Meğer oğluymuş!

Bu sabah manava gittim.
Tam alışveriş yaparken hemen yakınımızdaki camiden sela verilmeye başlandı.
Manav beni tanır, "biliyor musunuz sela verilen kişi bizim komşu, oğlu çekmiş bir şeyler, sabaha karşı gelmiş eve, babasına kurşunlar yağdırmış" dedi.
...
Gazetelerde okuyoruz ama bir şekilde kanıksamış olduğumuzdan, bir şey hissetmeden başka habere geçebiliyoruz.
Bu ise, farklı bir etki yaptı bende.
Dondum kaldım.
"Nasıl yani?", "0ğlu mu?", "Kendi babasını mı öldürmüş?", "Nasıl yaniiii???"
Düşünsenize, tam dibimizde bir yerlerde bir kaç gün önce bu olay yaşanmış, şimdi de camiden anons ediliyor. Bu kadar gerçek!

Hemen aklıma yollarda karşılaştığımız insanlar geldi.
Kimi zaman toplum kurallarına uygun davranmadıkları için dışladığımız, kınayan gözlerle baktığımız, sözlü olarak uyardığımız ya da daha ileriye giderek bağırıp çağırdığımız...

Ne diyorsunuz?
Nereden bileceğiz kim ne kullanıyor?
Nasıl bir ruhsal vaziyette?
Deli mi divane mi?
...
Bilemeyeceğimiz için dikkat etmek lazım.
Babasını öldürebilecek kadar ileri gidenler olduğunu hatırlamalıyız.
Daha pek çok şeyi yapabilecekler olduğunu da tabii ki.

Bugün şöyle bir durdum ve "Aman" dedim, "Kendine hakim olmayı elden bırakma..."

İstanbul'da...Evde...bir Cuma akşamı...

İstanbul'da bir Cuma akşamı. Saatler 19:16'yı gösteriyor şu anda. Bakalım yazının sonunda kaçı gösterecek.

Hava sıcak. Aylardan Temmuz.

Öyle bir nem var ki, surduğun yerde şıpır şıpır terliyorsun gündüz.
Ama şu anda, ben Kemerburgaz'da evin balkonunda oturmuş, püfür püfür rüzgarın tadını çıkarıyorum.

Balkonda bir masa, bir sandalye, sardunyalar, lavanta, yasemin ve Hollanda'dan getirdiğim çiçekler var.
Bir de Hakan'ın parmak arası terliklerini gördüm şimdi.

Masanın üzerinde ise, çok sevdiğim beyaz bir örtü, bu yazıyı bu ortamda yazmamı sağlayan laptop, bir adet 33'lük Efes Pilsen, ahşap bir kapta kuruyemiş, bir not defteri, ajandam, kalem, cep telefonu, Capital dergisi ve kitapçıkları, cep telefonum...
Aaaa ev telefonu da buradaymış.
Tüm iletişim kanallarımız açık anlaşılan.

Hakan İskenderun'da. Bu akşam dönecekti ama iş bitmedi, gelemiyor.
onsuz bir akşam.

Yalnızım evde.

Mutfaktan müzik sesi geliyor.

Saat 19:23 şu anda.

Yalnızım.

Çok zor başarabildiğim bir şey bu. Yalnız kalmayı kastediyorum.

Benim için güzel bir deneyim oluyor şu anda.

Yapacak çok önemli bir işim olsaydı umurumda olmazdı, farkına varmazdım.

Ama yok.

veeee, haydi bakalım Eylem hanım, nasıl idare edeceksiniz bu durumu.

Biramı hüplettiğim için, yüzümde salak bir gülümseme var yazarken. böyle kafamın hafif puslu olduğu zamanlar hoşuma gidiyor. Güzel olan da bunu yapmak için sadece 1 şişe bira içmemin yetmesi.

Aaaa, şimdi aklıma geldi, bu akşam Özgür geliyor Hollanda'dan! Ama bu sefer bebişle geldiği için direkt İzmir'e uçuyorlar. Belki onları görmek için kaçarım bir ara Kuşadası'na. Ne de olsa 1,5 ay burada. Bebişi çok merak ediyorum. Fotoğrafları öyle tatlı ki...

Beynim seri bir şekilde çalışıyor.

Dedim ve nazar değdirdim.

Neyse, Hakkuş yok ve ben hala gece evde yalnız uyuyanıyorum ya, Şinoş gelecek ama çok yoğun olduğundan kaçta çıkacağı belli değil. Demek ki, epey bir kendi halimde takılacağım.

...

İstanbul'da bir Cuma akşamı. Ben evdeyim. Aklımdan Suada geçiyor. Hakan olsa, "oraya gidelim" derdim. Sadece onunla gitmeyi isterdim. O yüzden çıkmayacağım bu akşam. Evdeyim.

Beklerim :)

Saatler 19:32'yi gösteriyor...

96'dan bugüne KEYİFLE...

Bugün uzun zamandan beri görmediğim bir arkadaşımla, Burcu'yla karşılaştım Cevahir Alışveriş Merkezi'nde.

Planlamadan gitmiş, ama girdikten sonra da bir mağazayı özellikle aramıştım.
Hatta bulmak için bir kaç kez bir aşağı bir yukarı inip çıktım katlar arasında çünkü sağolalım biz Türkler bir yer sorulunca bilsek de bilmesek de verecek bir cevabımız olur, ama doğru ama yanlış...

Mağazaya girdiğim anda da Burcu tam karşımdaydı!

Ne tesadüf!

Bu yüzden belirttim önceki detayları...Herşey tam zamanında oldu :)

Onunla lisede aynı sıraları paylaşmış, üniversitede de beraber okumuş, sonrasında ise, yani mezun olduğumuz 1996 yılından bugüne, facebook haricinde hiç karşılaşmamıştık.

Bir yerde oturup sohbet ettik, 1 saat kadar.

Hayatımın o günden bugüne kadar geçen vurucu ayrıntılarını paylaşmaya yetti bu zaman.

Aynı şekilde onu da dinlemeye tabii ki...

Ve ne düşündüm biliyor musun, bir gün, aradan 14 yıl değil de 44 yıl geçmiş olacak.

Ve o gün, geçen onca yılda yaşananları keyifle anlatmak için, önümdeki 30 yıl boyunca GERÇEKTEN KEYİFLİ ŞEYLER yapmalıyım!!!

Sana da öneriyorum, denesene şöyle bir geriye bakıp bugüne kadar geçenleri anlatmayı ya da yazmayı.

İnan ki, zaman uzun da olsa, yaşananlar tekrar eder nitelikte ise anlatacak pek fazla şeyin olamaz.

Hz. Muhammed'in çok sevdiğim - ve bildiğim tek sözü olduğunu da itiraf ediyorum - bir sözü "cuk" oturuyor buraya: "Eğer iki günüm de aynı geçmişse, birini kayıp sayarım"

Bir de diş olayımız var

Geçenlerde Elif'in kızı Defne anaokulunda düşmüş ve ön dişini kırmış.
Bir süre kimseye çaktırmamış.
Neyse sonunda bir şekilde ortaya çıktı ve baktılar ki durum pek parlak değil, çektiler dişi.
Hem de süt dişini!
Çünkü Defne henüz 4 yaşında.
Ama gelin görün ki Defne durumdan memnun.
Sebebi de büyüdüğünü sanması.
Ablaların dişleri dökülüyor ya...

Çocuklar ne alem diye düşündüm.

Dişsiz çok komik görünüyorlar, ama yine de o eksik dişleriyle kocaman gülüyorlar.
Çok da mutlu oluyorlar.

Biz ise herşeyimiz tastamam olsa da "zoncuk zoncuk" geziniyoruz.
Yetinmiyoruz.
Mutlu olmuyoruz.
Gülmüyoruz.

Yalan mı?

Çabalayanlar ve Ense Yapanlar

Bazen yakınımızdakiler için bir şeyler yaparken, çok fazla kendimizden verdiğimizi hissederiz.
Düzeltiyorum, biz hissetmeyiz de, durumu bilen ve bizi gerçekten seven dostlarımız bunu gözlemler ve bizimle paylaşırlar. "Biraz fazla değil mi sence yaptıkların? Neden sadece sen üstleniyorsun?..."
Ve cevabımız hazırdır, "Ne yapayım, ben yapmazsam kimse oralı olmuyor..."

Düşünmek lazım acaba biz o kadar çok herşeyin içerisinde olduğumuz için, diğerleri de nasılsa kontrol bizde diye ellerini eteklerini çekmiş olabilirler mi?
Onlara gerek kalmadığı hissini uyandırıyor olabiliriz.
Yorulsak da bunu göstermiyor olabiliriz.
İnsanoğlu da bencil bir varlık, birilerinin herşeyi sırtlandığı durumlarda, "Yahu sen ne haldesin? Biraz dur da ben taşıyayım..." der mi sizce?

Bir de şu önemli. Biz bir şeyler için çabalıyoruz da, acaba çabaladığımız insan gerçekten o yaptıklarımızı mı istiyor? Yoksa karşımızdaki için bize göre en iyi olan (mükemmel) ortamı ve şartları yaratmak için boş yere mi debeleniyoruz?

Bilir misiniz, bu gibi durumlarda, siz dünyanın en kıymetli işini de çıkarsanız, karşınızdakinin vizyonu, beklentisi, arzusu ne ise sadece ona odaklı olacağı için, sizin sunduğunuz da farklı (daha üstün bile olsa) olacağı için, kimseyi memnun edemezsiniz.

Bunlar da yakın zamanda edindiğim tecrübeler...

Görüyorsunuz düşünmeye devam ediyorum!

Ve ders almaya...Hayat dersi gibisi yok bence...

Ondan bundan...

Bu gidişler iyi değil,
sevildiğini biliyorsun ve bunun tadını çıkarıyorsun,
bazen şımarıyor,
usanıyorsun,
unutuyor ve o zaman bil ki unutuluyorsun.
Uyan,
bak etrafına,
aç kalbini,
dinle,
kendini anla,
iç sesine kulak ver,
dinle diyorum,
sadece sen ol,
bak,
göreceksin,
çok basit.
Her şey burada,
bakmayı bil,
görmeyi bil,
kıymetini bil.
canım...

Bilinmeyenler

Son zamanlarda sorumluluklarım hakkında düşünüyorum.
Yaptıklarım, yapmadıklarım,
Yapabileceklerim,
ertelediklerim,
üşendiklerim,
sevdiklerim,
istediklerim,
hayallerim,
gerçeklerim,
ben,
Hakan,
ailem,
ben,
herşey,
ve hiçbir şey,
belki bir şey,
kesin,
siyah,
beyaz,
gri,
kaçmak,
kalmak,
kabullenmek,
reddetmek,
direnmek,
yaşamak...

Nazım'ın dediği gibi

YAŞAMAK BİR AĞAÇ GİBİ TEK VE HÜR VE BİR ORMAN GİBİ KARDEŞÇESİNE...

Sinoş'un doğum günü!!!

Bugün Sinoş'un doğum günü!
Akşam ofisten arkadaşları ile Sultanahmet'te Ramada'nın terasında bir kutlama olacak.
Ben Hakkuş'la ikimizin kursu olduğunu söyledim, bu yüzden saat 9'dan sonra katılabileceğimizi...
Ama tabii ki kursları erteledik ve gidiyoruz birazdan!
Yine de hedeflediğim gibi ondan önce orada olamayacağız sanırım çünkü Hakn işten ancak gelebildi ve saat şimdiden 19:36 :(
Neyse, gidelim de...
Bu arada hediyemiz mp3 player olacaktı ama onu da ayarlamakta geciktiğimiz için, bu akşam veremeyeceğiz.
Ben şu sıralar onun çılgınca çalışyor olmasını göz önüne alıp "yoğun mimar hanımefendiye bir adet defter (kapağında çok hoş şeyler yazıyor), bir kalem ama öyle sıradan değil, üzerinde post-it'i var, bu da yetmedi çingene pembesi bir post-it (bunun kenarında da kocaman dudaklar var - not yazdıkça öpücük konacak yanaklarına!!!), bir de üzerinde "canım kardeşim" yazan mum aldım!!! Yaktıkça hatırlar, Sezen Aksu'nun dediği gibi beni yakar, kendini yakar, herşeyi yakar artık!!!
Hakan duşunu alırken ben de çabucacık yazıverdim işte...

Bugün Nilay'la Historia'da buluşup uzun uzun sohbet ettik. Benden 4 yıl ileride giden bir arkadaşım olarak, çok akıllı tavsiyeler verdi.
Son zamanlarda tüm yakın arkadaşlarımdan aynı şeyleri duyuyorum neredeyse, "Yakın olduğumuz için biraz sert ve direkt konuşuyorum ama..."
Oysa benim bu gerçekçi görüşlere çok ihtiyacım var!
Beni anlıyorlar, biliyorlar, tanıyorlar, bu yüzden yorumları cuk oturuyor.

Hayatımda oldukları için çok şanslıyım!

:)

Alaçatı'dan devam...

Ziyad kite sörfü yapmak istedi. Malzemelerini getirmiş yanında.
Hemen atladık gittik, kiteçıların olduğu yere.
Rüzgar sağlam esmekteydi.
Başladı bizimki uçmaya.
Harika bir his olsa gerek.
Dalgalara doğru son sürat gidiyor ve havalanıyorsun.
Bir kaç saniye havada gidip iniyorsun tekrar denize ve slaloma devam!
Şu rüzgar sörfünü biraz daha kıvırayım, kite muhakkak denenecek!!!
Uçma hayalimi bu şekilde tatmin edebilirim bir ölçüde :)

Sonrasında klasik yerimize, sörf kumsalına döndük.
Bir şeyler atıştırıp milleti seyrettik; jibe, duck jibe, freestylecılar, slalomcular...

Bu arada Sinoş'la bizim evin planlarına baktık. Nasıl olsun, alternatifler, vs biraz konuştuk ama Sinoş çok da istekli görünmüyordu doğrusu, ben de zorlamadım. Kıza tatilde iş yaptırmak gibi...

Zaten Gürcan'la günlerdir bir kaç değişik plan üzerinde kafa patlatmıştık.
Ben somut ev örnekleri gezmeden, öyle çizimler üzerinden pek bir şey anlamıyorum. Gürcan'a gittiğimizde bize kendi kullandığı programlarla 3D birşeyler çizip göstermişti, bu şekilde biraz daha anlaşılır oldu benim için, ancak içine girip gezmek gibi olmuyor.

Bu yüzden aslında bir yer yaptırmak hiç bana göre işler değil. Ben gördüğümü, bitmişini almalıyım.

Şu anki durumumuzda böyle bir şansımız yok tabii. Elimizde bir arsa var.

Diğer taraftan bakınca, tamamen sana özel, senin tasarlayabileceğin boş bir alan işte.

Yine de bana uymuyorrrrr çünkü diyorum ya, hayal edemiyorum. Boyutları algılayamıyorum, ışığı kestiremiyorum, hissi yakalayamıyorum!

Neyse, şu ana kadar bu konuda hiç gerilmedim, bundan sonra da mümkünse bilinmezler karşısında kasılmadan ve şu işin tadını çıkara çıkara ilerlemek istiyorum. Kendimi sınamak için güzel bir fırsat, bakalım becerebilecek miyim?

Alaçatı'ya dönecek olursak, her zamanki gibi on numara bir tatil oldu.

Hakan sörfün azizliğine uğrayıp kulak zarını delince, sulardan bir süre ayrı kalmak zorunda olduğundan bir gün Ovacık taraflarına gittik. Çeşme Bağları'nı gezdik. Kulesine çıkıp 360 dereceden Ovacık manzarasına baktık. İşletme Müdürü Ekrem Bey'le sohbet ettik. Şarap yapım prosesini dinledik. Şarap, zeytinyağı ve üzüm çekirdiği aldık oradan.

Sonra Ser-Tur diye bir siteye dalıp sahiline indik. El değimemiş bir kumsal, turkuvaz bir deniz, üç beş ailenin olduğu sakin, huzurlu, dalgaların sesiyle tam anlamıyla terapi cennetine dönüşmüş bir ortam...
Yüzdüm, yüzdüm, yüzdüm...
Özgürlük...

Madem Alaçatı diyor başka bir şey demiyorum, alın size bir kaç tüyo:

Bir akşam muhakkak Agrilia'da yemek,
Bir sabah Rüzgaraltı'nda kahvaltı,
Bir akşam muhakkak Barbun'da yemek,
Yemek sonrası Köşe Kahve'de keyif (bitki çayı, kahve çeşitleri, sakızlı kurabiyeler),
Bir akşam muhakkak Şifne'de Ada Balık Fethi'nin Yeri'nde yemek,
Seviyorsanız her akşam İmren'de sakızlı muhallebi,
Her Allah'ın günü, Sörf! Çark'ta, Lanila'da, veya arkadaki diğer kafelerde atıştırmaca,
Sahilde gezen Şakir'den midye dolma, her daim,
...
Konaklamak için ille de Moy Otel!
...
Hakan'la ikimiz için Alaçatı'nın sembolü haline gelmiş, deri bileklikler için Artura Gallery! Uğur Çalışkan'a uğramalısınız! Meşhur caddemizin üzerinde, Taş Otele doğru inerken sağda göreceksiniz! Aman diyorum taklitlerinden sakının!
...
Aklıma geldikçe ekleyeceğim, keşfettikçe de...
...

Alaçatı dönüşü her zamanki gibi buruk oldu

Bir Alaçatı haftasının daha sonuna geldik.
Dün akşam döndük güzel evimizden. Ev eşittir Alaçatı!
Her dönüş gibi sancılı oldu benim için.
Seviyorum havasını, suyunu, taşını, toprağını :)

Dün Sinoş bana sürpriz yapıp geldi oraya.
Sabah bir baktım, "Neredesiniz, biz Alaçatı'dayız!" diyor.
Katar'dan Hollandalı arkadaşı Ziyad'la gelmişler. Daha doğrusu uğramışlar, Kuşadası'na, Ziyad'ın ailesininn yanına giderken.

devamı birazdan...

:)

En güzeli doğalı!

Bugün, insanın en güzel halinin doğal hali olduğunu düşündüm, kendi hali.
Günümüzde hemen herşey naturellikten bu kadar uzakken, bizlerse hep bize dayatılanlarla ve sunulanlarla yaşarken, kendimiz olmanın nasıl bir şey olduğunu unutmuşken "sadece olmak"...
yakınlarımda kendileri olanlar olduğunda yakalıyorum bu hissi.
Daha önce Kazdağları'nda Suna ile tanıştığımda hissetmiştim. Erguvanlı Ev'in Suna'sı.
Dün ve önceki akşam da Agrilia'da oturmuş Sevtap'la konuştuğumda...
Doğallık gibisi yok.
En hafif olduğumuz zaman da tamamen kendimiz olabildiğimiz zaman bence.
Deneyin ve görün.
Bunun için çevrenizdekilerin de sizin gibi olmaları gerekiyor, olabildiğince kendileri demek istiyorum...

Alaça, Alaçat, Alaçatı

Alaçatı, rüzgar, deniz, sörf...
Alaçatı'da Moy Otel'de tam bizlik bir oda, çok rahat bir yatak, kar beyazı çarşaflar, kocaman yastıklar, bir türlü sörfü bırakıp yetişemediğimiz 5 çayları, Agrilia'da akşam yemekleri, uzun sohbetler, sohbetler, sohbetler, gülüşmeler, kakarakikiler...
Samimi sabah kahvaltıları, sonrasında sörf, sörf yine sörf!
Ve sohbetler,
Ve biz,
Hakan ve ben,
Günbatımı,
Midye dolma,
Taze badem ve ceviz,
Alaçatı,
Rüzgar,
ve aşk!
Seviyorum!

Ananişim, Tuana, Alaçatı, Ananişim

Sana söz yine baharlar gelecek
Sana söz ışık sönmeyecek
Ölüm yok ki Tuana uyan
Şimdi yaşanacak!
...
diye söylüyordu Levent Yüksel Tuana şarkısını...
Ve ben de ananişime söylerdim bunu,
bağıra bağıra,
sanki yanık bir İspanyol gırtlağıyla söylermişcesine...

Bugün ananişim şan derslerimin nasıl gittiğini sordu,
sonra "Tuana'yı söylüyor musun yine Eylem?" diye devam etti,
ben de sesimin bir süredir paslanmış olduğunu söyledim ona,çünkü biliyorum ki Tuana'nın şu yukarıdaki sözlerini söylerken boğazım düğümlenecek ve ağlayacaktım...O da ısrar etmedi zaten, ama biraz zaman geçtikten sonra "Acaba bir şarkı söylemek ister misin?" diye sordu.
Ben de "I Could Have Danced All Night"ı söyledim ona.
Şan derslerinde öğrendiğim bir parçaydı.
Sözleri de öyle içimi acıtan cinsten değil.
Üstelik ananişimin de içini acıtacak, onu hüzünlendirecek bir parça değil.
Bu yüzden onu söyledim.
Kilise korolarının parçalarına benzetti.
Ne beğendi, ne de beğenmedi.
Ama biliyorum ki hakkını vererek Tuana'yı söylesem severdi.
Çok severdi.
Ama efkarlanırdı da.
Bir de bugün Erkin Koray'ın "Öyle Bir Geçer Zaman Ki" parçasını ne çok sevdiğini söyledi.
Ben de onu biraz bu acıklı temalardan uzaklaştırmak umuduyla, "annem de "Çöpçüler'i" sever ananişim" dedim, "Körolası çöpçüler, aşkımı süpürmüşler"...
Am o yineledi, "Yok yok, ben Öyle Bir Geçer Zaman Ki'yi severim..."
Ben de öyle canım ananişim, ben de öyle ama şimdi zamanı konuşmak niye?
Bırak geçsin zaman.
Ve biz mutluluğumuza bakalım.
Sen varsın ya,
Ne güzel işte,
Bak ameliyatın da iyi geçti,
belki bir kaç ay sonra yeniden yürüyeceksin,
tamam istediğin kadar iyi olmayacak belki yürüyüşün,
merdiven de çıkamayacaksın,
ya da zorlanacaksın,
ama hayatta olacaksın ananişim,
bizimle konuşacaksın,
anlatacaklarımız var birbirimize,
ne dersin?
bakalım Alaçatı'daki evimiz nasıl olacak,
sana planlarını göstereceğim,
senin odan aşağıda ananişim,
böylece merdiven çıkmak zorunda kalmayacaksın,
verandada oturacağız biliyor musun?
limonata seversin sen,
akşamüstleri içeriz, ev yapımı,
bir de oranın meşhur sakızlı muhallebisi var,
sana tattıracağım,
a, sakızlı dondurmayı da unutmayalım,
onu da seversin!
ve midye dolması tabii ki,
sen yeterince temizlenmediğini düşünüp huysuzlup edeceksin önce,
ama ben sana onu evinde yapan pırıl pırıl hanım teyzeyi göstereceğim,
tadına bakacak ve seveceksin eminim,
belki baharatına biraz yorum yaparsın,
ne de olsa seni ilk vuruşta mutlu etmek pek kolay değildir :)
sen yaşa da,
huysuzluğun olsun tek derdimiz,
hep yanımızda ol canım benim,
zaten eski topraklar dayanıklı olur,
sen de sapasağlamsın evvelallah,
hatta Kafkas kanı var ya,
sırtın yere gelmez ananişim!
daha konuşacak çok şey var.
seni çok seviyorum!

Ananişimle devam...

Ananişim evinde geçtiğimiz Pazartesi gününden beri.
Onunla sohbet ediyoruz uzun uzun.
Eskilerden birşeyler anlatıyor sürekli.
Dedemin Kapalıçarşı'da dükkanlarının olduğu günler, büyük teyzemin ne kadar güzel bir genç kız olduğu, Etyemez'de oturdukları apartman, ananişimin onlarla birlikte yaşayan amcası (onlar "Emmi" diyorlar o zaman), hatta biraz daha eskilerde ananişimin babası - yakışıklı, uzun boylu, ince yapılı, çapkın bir zat olan Hasan Bey...
Ananişimin çocukluğu...
İmkanları iyimiş, babası ve amcaları birlikte kahvahane işletirlermiş. Ananişim annesini küçük yaşta kaybettiğinden, babası, amcası ve halaları ilgilenmişler onunla. Bir dediğini iki etmemişler. Rahat bir çocukluk yaşamış. Dolu dolu.
Kitap okumayı çok severmiş o zamanlar da. Çevresindeki arkadaşlarına yardım edermiş, durumu iyi olmayanlara dondurma, şekerleme alırmış kendine alırken.
Bir gün su çiçeği olmuş okula gidememiş bir süre vede yatmış. Okula sürekli birlikte gidip geldiği bir arkadaşı varmış, ....
Onun kendisini ziyarete gelmemsine içerlemiş. Hatta küsmüş ona içten içe.
Evde dinlenme süresi bitip de okula gittiğinde, kızcağızı görmüş orada ama küs ya bizimki oralı olmamış, ilgi göstermemiş.
Kız koşup gelmiş yanına. "Sultan sen de iyileştin mi?" diye sormuş.
O zaman anlamış.
Meğer o da hasta yatıyormuş.
İkisi sürekli birlikte gidip geliyorlar okula, muhtemelen birbirlerine bulaştırmışlar hastalığı.
"İşte" diyor ananişim, "Bir meselenin iç yüzünü anlamadan fevri davranmamk lazım..."
Ondan alınacak öyle çok tecrübe var ki...
Hemen aklıma geldi, söylediği başka bir şey.
Bu gün insanlara olan güvensizliğini de tecrübelerine bağlıyor.
"Öyle çok yaşamışım, öyle çok şey görmüşüm ki şu hayatta, öyle kolay kolay güvenmiyorum kimselere, siz bana kızmayın" diyor.
Çoğu zaman, ananişimle bir mücadele içerisinde buluyoruz kendimizi. Bu, aldığımız ekmekten tutun da, demlediğimiz çaya, doktorların verdiği ilaçların gerekliliğine, kapının kilidine veya yedek anahtarın bizde kalmasının gerekliliğine kadar küçük, büyük her türlü durumda yaşanıyor.
Kimi zaman o kadar yorucu oluyor ki, biz pes ediyoruz ananişle iddialaşmaktan ve onun söylediğine razı oluyoruz.
Herşeyi sorgulaması, defalarca araştırması, yerine göre, annemlerin, teyzemlerin, benim dediklerime itimat etmemesi...
Kendince sebebi hazır ve haksız olduğunu söyleyemeyeceğim, bizlerden çok daha uzun yaşamış.
Bir yerde tecrübeye saygı göstermek lazım öyle değil mi?
Bu satırları ona okuyunca ne diyeceğini tahmin edebiliyorum. "Bak, aferin sana, akıllı torunum benim. Ben diğerlerine laf anlatamıyorum..."
Çok pratik zekalı bir hatun ananişim.
Her konuda böyle olduğunu söylesem abartmış olmam.
Belki ben de ondan almışım biraz bu yönleri.
Hatta şimdi düşünüyorum da, annemde, teyzemlerde de var bu...
Gördüğü, gözlemlediği hemen herşeyden bir sonuç çıkarmış kendine.
Mesela geçenlerde salonundaki avizesi çalışmadığında, "Al şu uzun saplı süpürgeyi, ampulün olduğu yerin ortasından vur bir kaç kez" dedi, işe yarayacağına inanmasam da yaptım ve çalıştı. :)
Meğer bir zamanlar izlediği bir İtalyan filminde görmüş bunu, denemiş ve olmuş...
Offf, daha öyle hikayeler var ki...
Dün ona yazdıklarımdan seçmeler okuyordum. Dedi ki "Bak gör sen ilerde çok tanınmış bir yazar olacaksın. O zaman hatırla bu sözümü..."
Çok duygulandım.
Onun yanında ağlamak istemediğim için epey sıktım dişlerimi.
"Ananişim sen hayattayken yapabilmek istiyorum" diye geçti içimden, söyleyemedim.
Yapabilir miyim acaba?
"Önsözünde, bu kitabı anneannem, canım, bir tanem Sultan Güler için yazdım. Onun çocukluğumdan beri anlattıkları, yönlendirmeleri, beni teşvik ve motive etmesi sonucu derleyip toparlayabildim..."
...
Bugün oturmuş anneannemle sohbet ediyordum.
Bir yandan da ona blogumdaki yazıları okuyordum.
Dedi ki "Sen çok iyi bir yazar olacaksın bir gün",

Ananişim ameliyat oldu bugün...

Evet, 1 haftadır hastanede kırık kalçası ile yatıyordu.
Neyse ki ağrısı yoktu onu yerinden oynatmadığın sürece.
Geçen hafta Cuma sabahı düştü, yani 11 Haziran Cuma ve 18 Haziran Cuma da ameliyat oldu tonton.
Nasıl komik bir hatun anlatamam.
Dün gece ateşi çıkmış hastande, teyzeme "Ayakkabılarımı çıkar ayaımdan" demiş.
Teyzem bir türlü ikna edememiş onu yatakta olduğuna, ayağında ayakkabıları olmadığına...
Haliyle, sanki ayakkabı çıkarıyormuş gibi hayali hareketler yapmış.
Ananişim de soruyormuş bir yandan, "Nereye koyuyorsun ayakkabılarımı..."

Bugün ameliyattan odaya getirdiklerinde titriyordu.
Çenesi birbirine çarpıyordu.
Canım, o sırada bile üretiyor hatun.
Diyor ki "Aşağısı (ameliyathane) mezbaha gibi. Fabrika usulü kesiyorlar. Sanki buzluktan çıkarılıp çözülmeye bırakılmış kıyma gibi oldum..."
Ne zeka!

Ananişim 84 yaşında.

Hepimizi nasıl mum gibi yapıyor anlatamam.

Ameliyat öncesi diyordu ki, "Ameliyatımı yapacak doktorlar kimler, gelsinler, kendilerini tanıtsınlar, bileyim ona göre...", sonra "Ameliyata girecek doktorların isimleri olan bir kağıt istiyorum, altını da imzalayacaklar..." dedi.

Beyni inanılmaz güzel çalışıyor.
Hiç yaşının kadını değil.
Cin gibi, zehir gibi!

Bugün ameliyatta kalçasının kırılan yerine platin takılması gerekiyordu, ancak doktor ananişimin kemiklerinin ve dizinin durumunu görünce, platinin tutmayacağını, uygun bir çözüm olmayacağını, bu yüzden de sadece kırık olan yeri çivileyip toparlayacaklarını söyledi. Dolayısı ile ameliyat bu şekilde gerçekleşti.

Ananişim ise, bu ameliyattan çok ümitliydi, çünkü kalçasına platin takılmasını ve daha rahat yürüyüp merdiven çıkabilecek hale gelmeyi umut ediyordu. Olmadı.

Ameliyattan çıkınca ilk iş "Taktılar mı platini?" diye sordu.

Aslında insanın aklına gelmez değil mi? Zaten platin takılması için planlanmış bir ameliyattan çıkınca insan takılıp takılmadığını sormaz.
Ama o emin olmak istediği için sordu.

Açıklamaya çalıştık.

Kabullenmiş göründü ama sanırım hayal kırıklığına uğradı.

Yürümeyi çok istiyor son 2 yıldır. Merdiven çıkabilmeyi istiyor. Aksi halde evinde olmak durumunda hep. Dışarıya senede bir kaç kez çıkarabiliyoruz çünkü bizim de gücümüz yetmiyor...

Ameliyat öncesinde ananişime yetişmeyi çok istediysem köprü trafiğine takıldım. Yolda yıkıldım. Teyzemi arayıp ameliyata girmek üzere olduğunu öğrendiğim anki çaresizliğimi unutmayacağım.
Tek şansım uçmaktı.
Tabii ki başaramadım. Gittiğimde, kısa bir süre önce ameliyata almışlardı.
"Ya ameliyattan çıkamazsa? Ya onu bir kez daha göremezsem" diye kahroldum. Kahroldum.
Bu konuda yeterince akıllıca planlama yapmadığım, yola daha erken çıkmadığım için kızdım kendime...

Bu arada, kuzenim Aslı ve eşi Ulaş, teyzem, annem ve kardeşim oradaydılar. Ama diğer kuzenlerim yoktu. Acaba ananişim onlar için daha mı az değer ifade ediyor?
Onu bir daha görememe ihtimalini düşünemeyecek kadar uyuşmuş ya da ÖLMÜŞ olabilirler mi?
Kızıyorum, elimde değil.
Onlarda da emeği var.
ve hayatının 84. yılında, o yaşa kadar kimseye yük olmadan gelmiş tatlı bir ihtiyar var orada.
Nasıl bu kadar duyarsız olabildiklerine şaşmadım. Kızdım. Çok kızdım!
"Herkesin kendi vicdanı" ve "Sana ne Eylem" desem de kızdım.

Ananişime bize yakın bir yerlerden ev bakarken bir emlakçı demişti ki "Aferin evladım, ananenizi düşünüyorsunuz. O bir daha sizin gibi olmayacak (gençlik anlamında) ama gün gelecek siz onun gibi olacaksınız..."

Bence bu söz bir çok şeyi ifade ediyor.

Bugün hastaneye gelmeyen kuzenlerime gönderiyorum bu sözü.

Çünkü gelen kuzenim ve kardeşim hepsinden daha yoğun çalışan, hepsinden daha zor şartlarda orada olmayı başarabilenlerdi.

Anlaşılan burada takılmışım biraz.

Yazmak iyi geldi.

Yoksa her birini arayıp bir çift laf etmek ve kalp kırmak var. Bunu da istemiyorum.

Sonradan üzülüyorum çünkü.

Haklı da olsam, kalp kırmak güzel değil...

Ananişimin iyileşmesi önemli olan.
Moralinin iyi olması.
Onu çok seviyorum.
Bende çok emeği var.

Bugün bu kadar sosyal isem,
Şarkı söylüyorsam,
Kendimi ifade edebilecek güvenim varsa,
YAZIYORSAM,
ve YAŞAYABİLİYORSAM
bunları hep ona borçluyum!

İnsanın sevdiklerinin acısı içini çok fena yakıyormuş.

Kimse sevdiklerinin acısını görmesin... dilerim ama hayatın bir parçası bir yandan da...kabullenmek zor...

seni çok seviyorumm ananişim...

Ananişim hastanede...

Karmaşık hislerin benliğimi sardığı, beynimin ve düşünce gücümün zorlandığı günler yaşıyorum.
Gözlerim doluyor bir şarkıyla, bir düşünceyle veya bir sözle.
Canımdan çok sevdiğim ananişim hastanede. Geçen hafta evinde düştüğü ve kalçası kırıldığı için ambulansla apar topar götürdü kardeşim onu hastaneye.
Bir dolu şeyi sorguluyorum şu anda.
Ona daha iyi bakabileceğimiz bir ortam yaratamaz mıydık?
En azından 84 yaşında olup evinde yalnız yaşaması yerine, belki annemle yaşaması daha uygun olmaz mıydı? Ne demek uygun, daha iyi olmaz mıydı?
Evet, ananişim dünya tatlısı olmakla birlikte müthiş zor bir ihtiyar. Yaşla birlikte gelen klasik huysuzlukların ve geçimsizliklerin, paranoyaların ve çevresindekilere duyduğu güvensizliklerin üzerine, biraz da mizaçtan ve içten gelen yani doğasında olan cadılıkları ekleyecek olursak, zaptedilmesi bir hayli güç bir değer aslında.
Bu şekilde bakıldığında da birileriyle, ki bu birileri kızları da olsa, aynı evi paylaşması oldukça akla uzak geliyor :) ama yine de içime sinmiyor işte ve yazıyorum. Her ne olursa olsun, kızlarıyla yaşaması daha sağlıklı bir çözüm!
Zaten bundan sonra öyle olacak diye düşünüyorum çünkü ananişim iki gün sonra ameliyat olacak.
Kalçasına bir aparat takılacak, kırık yer onarılacak.
Çok endişeleniyorum.
Hatta ameliyat olacağını öğrendiğim gün kahroldum.
Ancak hastaneye gidip doktorlardan biriyle konuşunca rahatladım.
Ve şimdi doktorların hayatımızda ne kadar önemli olduğunu bir kez daha yazacağım buraya.
Bence doktorluk mesleği dışındaki tüm meslekler hikaye!
Bunu anlamak için bir devlet hastanesine gitmek yeterli.
Bu insanlar o kadar özel ki...
Konuları "Hayat", "İnsan Sağlığı". Daha önemli ne olabilir ki?
O gün, yani ananişimi görmeye hastaneye gittiğim gün, o genç doktorla konuştuğumda bunları hissettim. Onların ne kadar özel olduklarını düşündüm. İçim kabardı ve sonsuz bir saygı duydum.
Onlar gerçekten elle tutulur, hayati işler yapıyorlar.
Ve bu işlerin parayla ölçülebilecek bir tarafı yok!
Ananişim iyileşecek.
Ben onu Alaçatı'daki evimize götüreceğim gelecek yaz.
Sörf yaptığımız yerleri göstereceğim.
Hakan sörf yaparken izleriz.
Belediyenin yerinde oturacağız.
Hava çok sıcak olacak, ama rüzgar bizi rahatlatacak.
Buz gibi limonata içeceğiz.
Çok mutlu olacağız...

Bill ve Maggie burada!

Hong Kong'da tanıştığımız şeker arkadaşlarımız Bill ve Maggie geldiler dün akşam. Bizde kalıyorlar gelecek Çarşamba akşamına kadar.
Bizim için geldiler buraya.
Bill Hong Kong'lu, Maggie ise Tayvan'lı. Çok iyi niyetliler, çok tatlılar.
Genelde Uzak Doğulu insanlarla bu kadar yakınlaşmak kolay değildir, içlerine kabul edip benimsemezler biz "beyaz benizlileri" ama biz Bill ve Maggie ile bir şekilde çok güzel bir iletişim kurduk Hong Kong'da iken.
Ve işte, kalkıp taaa buralara kadar gelmeleri de bize değer verdiklerini gösteriyor!
Dünyanın bu kısmına hiç geçmemişler daha önce.
Evde nefis bir akşam yemeği yedik geldikleri gün.
"Neyi yerler, neyi yemezler" diye düşünürken, sofradaki herşeyi keyifle silip süpürdüler desem...
Bu sabah onları Sultanahmet tarafına götürdük.
Blue Mosque, Topkapı Sarayı, Yerebatan Sarnıcı ve Ayasofya;
ardından Kapalı Çarşı, Mısır Çarşısı;
bu arada Konyalı'da yemek, Marmara'nın eşsiz güzelliğinin tadına varmamızı sağladı...
Şimdi evdeyiz.
Hafif pestilimiz çıkmış vaziyette.
Ama herşey güzel.
İnsanın dünyanın değişik yerlerinden dostları olması ne hoş.
Bu renkliliği ne çok seviyorum ben!

"Sırada Shakespeare ve Bahar Noktası ("Bir Yaz Gecesi Rüyası") Var" diyorum!!!

Duyduk duymadık demeyin!

Tepebaşı Oyuncuları, yani BİZ!, bu yıl Shakepeare'in bir oyunu ile 4 yıllık drama eğitimimizi tamamlıyoruz.

Hocamız Sevgili Ali Düşenkalkar ve asistanları Mustafa Kırantepe ile Evrim Şahin, geçtiğimiz yıllar boyunca bize müthiş bir eğitim deneyimi yaşattılar. Sadece tiyatro eğitimi değildi bu, hayat üzerine, insan olmak ve paylaşmak üzerine dersler verdiler.

"Anlatılmaz yaşanır" diyerek ifade edebileceğim bir tecrübe kazandırdılar!

Hani hayatımızda haklarını ödeyemeyeceğimiz insanlar vardır ya, işte bu muhteşem üçlü BİZİM ekip için öyle!
Oyunumuzu çalışmaya Eylül ayında başlamayı planlıyoruz.
Sanırım prömiyeri Mayıs 2011'de olur :)

Bu akşam ekip buluşması var, hepimiz oyunu okuduk ve akşam konuşacağız bir miktar.

Çok heyecanlanıyorum.
Tekrar sahnelere dönüyor olmak müthiş bir mutluluk!
Bizi izleyin dostlar!
Olağanüstü bir tiyatro deneyimi yaşatacağız size.
Bu oyun çok özel!

Yaşasın Tepebaşı Oyuncuları!

Hedefler ve kafa karışıklıkları

"Hedefine başarmak istediğin kadar uzaksın" dedi geçen gün Hakan.

Sohbet ediyorduk, benim yaptıklarımdan ve yapmayı planladıklarımdan.

Hiç çabe sarfetmeden olmasını arzu ettiklerimden.

Az çaba ile hayata geçmesini beklediğim işlerden.

Her zamanki akılcı yaklaşımı ile bana elimde olanları anlattı bir bir.

Neleri nasıl kullanabileceğime dair öneriler verdi.

Arkamda olduğunu, hep olacağını söyledi.

...

O akşam çok heveslendim.

Konuşması beni çok etkiledi.

Hani filmlerde, iyi adamın tam yıkıldığı anda yeniden doğruluşu vardır ya; böyle ekranda arkasında kıyametler kopar, her taraf ışık seli, gümbür gümbürdür ve adam emin adımlarla ağır çekim üstüne üstüne yürür kameranın... İşte aynı öyle hissettim :)

...

Konuşmanın arasında da o güzel sözü söyledi: "Hedefine başarmak istediğin kadar uzaksın"

Ne hoş, kısa ve anlam dolu!

İşte bu!

Hedefler ve kafa karışıklıkları

"Hedefine başarmak istediğin kadar uzaksın" dedi geçen gün Hakan.

Sohbet ediyorduk, benim yaptıklarımdan ve yapmayı planladıklarımdan.

Hiç çabe sarfetmeden olmasını arzu ettiklerimden.

Az çaba ile hayata geçmesini beklediğim işlerden.

Her zamanki akılcı yaklaşımı ile bana elimde olanları anlattı bir bir.

Neleri nasıl kullanabileceğime dair öneriler verdi.

Arkamda olduğunu, hep olacağını söyledi.

...

O akşam çok heveslendim.

Konuşması beni çok etkiledi.

Hani filmlerde, iyi adamın tam yıkıldığı anda yeniden doğruluşu vardır ya; böyle ekranda arkasında kıyametler kopar, her taraf ışık seli, gümbür gümbürdür ve adam emin adımlarla ağır çekim üstüne üstüne yürür kameranın... İşte aynı öyle hissettim :)

...

Konuşmanın arasında da o güzel sözü söyledi: "Hedefine başarmak istediğin kadar uzaksın"

Ne hoş, kısa ve anlam dolu!

İşte bu!

Ortaya karışık

Ve olduğu gibi bıraktı kendini.
Ne düşündüğü umurunda değil.
Hayatın kısa olduğunu,
Zamanın hızlı aktığını,
Dostlukların seyrek olduğunu biliyor.
Gözlerindeki parıltı kaybolmadı.
İçindeki enerji azalmadı.
Hissediyor.
Gülümsüyor.
O yanındayken mutlu.
Bir yerlerdeyken de öyle.
Hayatın kısa olduğunu biliyor.
An önemli.
Şu an.
Ve her an
olabilecekler...

Yine liseden bir bağlantı...

Geçenlerde lise yıllarımdan bir anımı yazmıştım.
Üniversiteyi kazanmak, vs ile ilgiliydi.
Beni kıran bir arkadaşımdan bahsetmiştim yazıda.
Benim için o zamanlar değerli olan bir arkadaşımdan, erkek arkadaşımdan.
Babasını kaybetti geçtiğimiz hafta.
Üzüldüm.
Çünkü lise yıllarına gittim usulca bu haberle birlikte,
babasıyla tanışmıyor olsam da, konuşmalarımızda hep yer aldığı için, sanki hep tanışıyormuşum gibi hissetmişim meğer.
Üzüldüm, hüzünlendim.
Cenazeye gitmedim.
Belirli bir sebebi yok doğrusu.
İlk duyduğum anda vefatı, hemen cenazeye giderim diye düşünmüştüm.
Ama gitmedim.
Bir sonraki gündü cenaze.
Aklıma gelmedi, bir sonraki gün olduğunda.
Aklıma geldiğinde de geç kalmıştım.
Demek gerçekten gitmek istememişim.
...
Geride kalanlara sağlık ve sabır diledim telefon açıp ona.
Tam 18 yıl sonra ilk defa duyduk birbirimizin sesini.
Anladım ki büyümüşüz.
Sesi büyük adam sesi gibi geldi.
Gibisi yok ki, büyüdük tabi.
Dile kolay aradan çok yıllar geçti.
...

Geçmişten bir dümbelek!

Dün gece sinemaya gittik. "Prince of Persia"
Sevdim çekimlerini.
Herhalde dedemin İran kökenli olması nedeniyle de ilgiyle izledim filmi, o zamanki hayatı bir nebze olsun hissedebilmek için. Aman ne ihtişam.
Sinemada 25'li yaşlarda iken hayatıma giren ve bir kaç ay kalıp dengemi bozan sonrasında da defolup giden zatı muhterem Ertuğrul gelip tam bir önümdeki sıraya oturmaz mı!
İçim sıkıştı.
Onunla geçirdiğim kısıtlı süredeki salaklığım geldi aklıma.
Bir anda, o günlere ışınlandım sanki.
Üstü açık arabası ile geceyarısından sonraki saatlerde Boğaz Köprüsü'nden geçtiğimiz gece hoştu doğrusu. Burcu'nun düğününden çıkmıştık. Burcu, benim üniversite hazırlık kursundan onun da liseden arkadaşı. Hatta tanışmamıza da Burcu vesile olmuştu zamanında...
Sonrasında ise, çocuğun bin türlü çarpık bakış açısı karşısındaki çaresiz çabalayışlarımla geçmişti aylar.
Ne gerizekalıymışım!!!
Şimdi ahkam kesiyorum ya herkese "Seni üzenden uzak dur, psikopattan kaç, vs vs", zamanında benim de bir vukuatım olmuş.
Neyse ki sadece bir tane.
Ayyy, sanırım üniversitede takıldığım ve benden 10 yaş büyük olan psikopatı da saymam gerekiyor.
O zaman iki çürük olmuş hayatımda.
Oh be, neyse ki sadece iki.
Ve şu anki hayatıma hiç bir yansıması, hiç bir etkisi yok!
Offf, nasıl oldu da doğru yolu buldum acaba?
Karşıma Hakan'ın çıkması bir şans mıydı? Yoksa,...?
Bilmiyorum?
Detaylar başka zaman.
Şu an bu durumda olduğum için mutluyum.

Hmmm, hemen lafımı bağlayayım.
Evet önümde oturdu.
Ve içim sıkıştı.
Ama iyi ki karşılaşmışım 10 yıl sonra.
Zamanında benim de bu alanda hatalarım olduğunu görmek içimi rahatlattı.
Bir de geride kalmış olduğunu bilmek.
Ya o insanla evlenmiş olsaydım?
Düşünmek bile istemiyorum.
:)

Gerçekten şu an beni çok mutlu ediyor.

Yanlışın en güzeli geçmişte kalan olsa gerek.
Bir de tekrarlanmayan!

O la la...
Dün akşam tiyatro ekibi ile Ortaköy Poisson'da idik.
Poisson Fransızca "balık" demekmiş.
Hoş bir balık lokantası.
Bembeyaz, iç açıcı.
Mezeler de güzeldi.
Ama en güzeli servis!

SE TU

İspanyolca kursu son sürat devam ediyor ancak ben geçen kurdaki hocamı Andres'i çok arıyorum.
Her kur, yeni bir hoca geliyor. Bu kurda da Raquel çıktı kuradan.
İyi, canlı, hoş ancak öğretme yeteneği çok düşük.
Ya da haksızlık etmeyeyim, benim adapte olabildiğim ve öğrenebileceğim bir formatta değil.
Yazmaktan çok konuşuyor.
Söylediklerinin bir kısmını anlıyorum, bir kısmını anladığımı ümit ediyorum (sonuçta telaffuza bağlı yanlış anlaşmalar her zaman olabilir çünkü daha emeklemeye bile geçmedik bence).
İlk iki kurdaki motivasyonum yok.
Geçen hafta Raquel'in bir işi vardı gelemedi. Yerine Alicia geldi.
"Aman tanrım!" dedim, "işte budur"
Walla dersin nasıl geçtiğini anlamadık.
Üç koca saat su gibi geçti.
Tadı damağımızda kaldı.
:)
Ne olacak şimdi?
Nasıl yapacağız da Alicia'yı devreye sokacağız.
No way :(
Bundan sonraki kurlarda karşılaşmayı ümit edeyim bari!!!

Asıl yazacağımı geçmiş neler anlatıyorum.
Geçen derslerden birinde Raquel Charlie Chaplin'in bir sözünü paylaştı. Şöyle: "Se tu e intenta ser feliz, pero sobre todo se tu"

Çok sevdim.
Anladığım kadarıyla diyor ki, "Mutlu olmaya bak çünkü sonunda herşey sende bitiyor"

Bunun içinde neler var?

neler yok ki:

kendini sevmek
mutlu olmayı istemek
iç huzuruna sahip olmak
yapabileceklerinin farkında olmak
yapamayacaklarının da :)
kendini bilmek
kendini kabul etmek her koşulda
dünyaya bir kere geldiğini bilmek
hiç bir şeyin o kadar uzun boylu dert edilmemesi gerektiğini anlamak
"basit" olduğunu bilmek herşeyin
o kadar basit
gülebilmek
düşünebilmek
düşebilmek
kalkabilmek
her koşulda mutlu olmayı başarmak
olmak
olmak
ve
sadece
olmak...

Ananişimle...

Dün ananişime gittim. Tatlım, tontonum.
Onunla oturup sohbet ederken aklıma "ananişi sevmek nedir?" sorusu takıldı.
Bir kaç şey sıralarken buldum kendimi:

1. Öyle "çok severim, aman da aman" demek yetmez, "fırsat buldukça" diyecektim ama hayır planlı olarak haftada 1 ziyaret etmek... Mümkünse daha sık.
2. Aşk-ı Memnu'nun özetini sabah komşudan dinlemiş olsan da sanki dinlememiş gibi ondan da dinlemek...
3. Neye ihtiyacı olduğunu sormanın dışında, sana söylemeyeceğini düşünüp bir şeyler almak giderken... Sürprizler yapmak...
4. Anlattığı güzel hikayeleri boş boş dinlemek yerine kulağını dört açıp kaydetmek, hatta yazmak...

Mesela dün bana, İranlı bir şairin hikayesini anlatıp sonra da "bunu belki yazarsın dergide..." diye hafif yollu rica etti. Ananişime bu blog olayını anlatmadım henüz, bir sonraki gidişimde laptop'ı yanıma alıp göstereceğim, o da böyle bir mecra olduğunu bilecek, belki daha çok hikaye anlatır o zaman...
Benimki gibi teknolojiye kafası müthiş basan bir ananeniz varsa, CD'ye kaydetmenizi de önerebilir yaptıklarınızı...:)))

Hikaye şöyle:

İran'lı meşhur bir şairi Şah huzuruna çağırır ve ondan kendisi için bir şeyler yazmasını ister. Ismarlama anlayacağınız. Şair de der ki "Ben ilham gelmeden, içimden gelmeden, öyle ısmarlama yazamam..."
Şah şaşırır, kızar da ve hemen zindana attırır şairi. "Ne cüretle karşı gelir koca Şah'a?"
Aradan zaman geçer, Şah düşünür taşınır, içine sinmez böyle bir yeteneğin zindanda çürümesi. Veziri çağırır, durumu anlatır, bir çözüm bulmasını emreder.
Akıllı vezir hemen cevap verir: "Bir çoban getirelim dağlardan, cahil mi cahil, koyalım yanına bu şairin, sonrasını bekleyin, kendi isteyecek çıkmayı..."
Nitekim, vezirin çözüm önerisi dikkate alınır.
Artık şair ve çoban birliktedir.
Şair şiirlerini duvarlara yazmakta, zaman zaman bağıra bağıra okumakta, çoban da bir köşede içli içli ağlamaktadır.
Şair çobanın bu halini gördükçe çoşar da çoşar. Şakır bülbüller gibi. Aşka gelir...
Bir gün çobana sorar, "Sen ne anlarsın da ağlarsın?"
Çoban içini çeke çeke "Valla dediklerinden bir şey anlamam, ama aşka gelip bağıra bağıra bir şeyler söylediğinde, ağzının hareketleri, sakalın bana dağdaki keçimi hatırlatır, onu özlediğimi hisseder, içlenirim..." der.
Şair bu cehalet karşısında kendinden geçip bağırmaya başlar, "Ey muhafızlar! Yetişin! Çıkarın beni buradan!!!"...

İşte ananişimin güzel hikayelerinden/ yoksa masallarından mı demeliydim? biri...

Cahillere benim de tahammülüm yoktur. Buradaki gibi masumane durumları kasdetmiyorum tabii ki.
Ama yine de unutmamalı, "insanın cahil dostu olacağına akıllı düşmanı olsun".
Cahiller manipule edilmeye açıktır, size zarar verebileceklerinin farkında bile olmadan yaparlar yapacaklarını...İş işten geçtikten sonra bile anlamazlar...

5. Onu oyalayıp mutlu edeceği için, ondan birşeyler istemek, mesela "bana bir kaşkol örsen, şal da güzel olur, aaa eldiven mi? ah çok ihtiyacım var ananişim, dışarıda satılanlar elde yapılanlar gibi olmuyor..."

Ben bir kaç yıl önce kameraya çekmeye başladım ananişimi. Kafkasya'dan Türkiye'ye geliş hikayelerini, çocukluğunu, gençliğini dinliyorum, kaydediyorum. Neler yaşamışlar...

...

devamı gelecek, ananiş hikayelerimin...

Banu'nun "Neden?" çığlıklarıma zilyonuncu cevaplarından biri...

Aşağıdaki yazıyı yazdıktan sonra hızımı alamadım ve sevgili dert ortağım, sırdaşım, akıl hocam Banu'dan yardım istedim. "Ne yapacağımı gerçekten bilmiyorum, ne olur bana fikir ver" dedim ona.
Bakın o da bana neler yazmış. Ancak sadece onun rızası olan kısmını paylaşabileceğim:

"Şikayet eden, sızlanan insan çoğunlukla yardım isteyen değildir. (çoğunlukla diyorum özellikle, çünkü bazen yardım isteme şekli bu da olabiliyor) Temelinde yatan neden ilgi görmek istemeleri oluyor. Bu klasik anlamda saçlarını okşa tadında bir ilgi olmayabilir. Ama sonuçta bu ilgi isteğini fark edilme isteği olarak da düşünebiliriz. Nasıl tanırsın bu kişileri, yani bu yaşam enerjisi emicileri: sen zilyon tane çözüm ürettiğin halde o hiç bir çözüm geliştirmez ve senin dediklerini de denemez. Gelir gider hep dert yanar.

İşin doğrusu şu ki sızlanan insana (yani sadece sızlanmak için sızlanan insana) kimse yardım edemez. Bunlar da bir tür duygusal vampirdir. Hatta karşılaşabileceğin en kötü vampir türü bunlar oluyorlar. Bu insana yapılabilecek hiç bir şey yoktur, orada terk etmek ve en kısa yoldan kendini kurtarmak gerekir. Çünkü bunlar uzun vadede seni yer bitirirler, yaşama isteğini sömürür, yerine bir karamsarlık, bıkkınlık ve umutsuzluk yani kısaca öğrenilmiş çaresizlik bırakırlar. Gördüğün ilk yerde bulaşmadan kaçmakta fayda vardır. Ama olur da kurtulamazsan onların yeni oyun sahası olursun ta ki tükenene kadar."

Çarpıcı değil mi?

Bundan sonraki yorumları benim için daha da vurucu :)
Resmen bir kopyasını alıp duvarıma asmak istiyorum ya da sürekli yanımda taşımak. Çünkü kendime sürekli hatırlatmam gerekiyor bu notları...

işte böyle...

Neden? Binlerce Kez Soruyorum Neden?

Anlamıyorum.
Bir insan neden hayatına sürekli yanlış adamları davet eder?
Şimdi kime göre yanlış?
Bana göre.
Bana göre yanlış olan ona göre doğru olabilir.
Tamam. Anlıyorum.
Ancak yanlış derken benim kast ettiğim, beraberken de giderken de üzecek cinste adamlar olmaları, kıymet bilmemeleri.
Ona göre doğrunun tanımı içerisinde "bu şartlara rağmen doğru" gibi bir şey yer alıyor olabilir mi?
Bir insan bile bile kendini üzecek seçimler yapar mı?
Her seferinde yapar mı?

Peki diyelim aşk hayatı kötü gidiyor.
Ya iş hayatı?
Psikologlar, birinden biri genelde daha iyidir, maalesef ikisinin bir arada çok iyi olduğu görülmemiştir diyorlar.
O zaman aşk hayatı bu kadar b-ktan giden birinin iş hayatının süppper olması gerekmez mi?
Ama o da ne?
Orası da sallantıda.
Hep problem, hep dert, hep çekişmeler, hep şikayetler...
"Kimse işini düzgün yapmıyormuş, kimse işten anlamıyormuş, onun işine burunlarını sokuyorlarmış anlamadıkları gibi, ortalığı karıştırıyorlarmış...vıdı vıdı vıdı..."
Kaç yıllık çalışma hayatında kaçıncı iş ve benzer şikayetler.
Tıpkı babası gibi.
Demek istemiyorum ama gerçekten öyle.
Yorumları bile.

Ve sürekli bir gerginlik hali.
Tutarsız davranışlar.
Hiç ona yakışmayacak kadar agresif tutumlar.
Bir cafede çalışan servis elemanına, ya da otopark görevlisine ya da sokaktaki birilerine...
Olmazzzz!

Oysa çok güzel bir kız.
Akıllı ve yetenekli aynı zamanda.
İşini çok seviyor.
Çok da iyi yapıyor galiba (ben anlamıyorum o işlerden hiç)

Hayatta mutlu ve başarılı olması için çok büyük bir engel koymuş önüne.
Kendini koymuş.
Kapı gibi, 1,70 cm...
Yazıkkk!

Nasıl yardım edebilirim bilmiyorum?
Yardım edebilir miyim aslında onu bilmiyorum.

Herkesin kendi hayatı diyor psikologlar.
Ama bu senin diğer yarın ise nasıl kayıtsız kalırsın?
Kalamazsın.

Ama çaresiz hissedersin.
Sinirlenir, kabul edemezsin.
Kafan karışır,
İşte aynen böyle kalır ne yapacağını bilemezsin...

VAMPİRLERLE DANS

Vampirlerin dünyasında kendimize nasıl iyi bakabileceğimizi öğrenmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Benim için de yeni bir kavram bu, geçen haftaya kadar haberdar değildim. Ta ki, hayatımın içindeki zor bir profili anlama ve yorumlama çabalarına girişinceye dek.
Bu konuya dair bir dizi kitap okudum, şimdi içlerinden oldukça çarpıcı ifadeler ve tanımlamalar veren birini sizlerle paylaşacağım:
Etrafımızda kanımızı emen insanlar olduğunu söylüyor okuduğum kitap. Bu insanlar evimizde, işyerimizde, sokakta kısacası her yerde olabilirler. Bir şekilde iletişim kuruduğumuzda, bizleri ağlarına düşürüp karınlarını doyuruyorlar. Bunu bilinçli olarak yapmıyorlar. Kurguları bu şekilde. Davranışları, hayata ve olaylara bakışları, algıları onları kan emerek beslenmeye yöneltmiş.
Kitapta vampirler şöyle sınıflandırılmış: anti-sosyal, dramatik, narsisist, paranoyak, obsesif-kompulsif.
- Anti-sosyallerin bağımlılığı heyecan. Sosyal kurallara aldırmıyorlar. Tüm istedikleri iyi zaman geçirmek, aksiyon ve isteklerinin anında doyurulması.
- Dramatikler ilgi ve onay için yaşıyorlar. İşinize ve yaşamınıza girmek için herşeye sahipmiş gibi görünseler de aman dikkat sergiledikleri tamamen şov.
- Narsisistler sadece egoları büyük olup başka herşeyleri küçük olan, kendilerinden başka kimseyi düşünmeyen tipler.
- Paranoyaklar hayattaki her türlü ayrıntıyı ve belirsizliği keşfederek yaşarlar. İlişkinizde size bunların detaylarını sorar ve her seferinde onların güvenini tazelemenizi gerektirecek davranışlar sunmanızı beklerler. Çok yoruculardır.
- Obsesif-kompulsiflerin bağımlılığı güven duygusudur. Herşeyi kontrol ederek bu güveni sağlayacaklarına inanırlar. Değişmez kesinliği olan kurallarla yaşar ve herkesin de uymasını beklerler.
Yukarıda yapmaya çalıştığım tanımlamalar bütünü anlamak için yeterli detayda değil ancak şu haliyle bile etrafımdaki insanları değerlendirdiğimde, bu tanımlamalara girenleri kolaylıkla ayırdedebiliyorum. Buna kendim de dahilim. Ayrı bir yazının konusu.
Hemen şunu belirteyim. Benim de düştüğüm bir yanılgı olduğu için açıklama ihtiyacı hissediyorum. Vampir dediğimizde her ne kadar “olumsuz”, “istenmeyen” bir şey algılansa da, buradaki kullanım amacı hayatımızın içerisindeki insan tiplerini tanımlayabilmek. Vampir tabirinin kullanımını da bu tiplerin davranışları karşısında kanımızın çekildiğini hissetmemiz, tansiyonumuzun yükselmesi veya düşmesi, midemize kramplar girmesi, kronik baş ağrıları, vb.etkiler olarak yorumluyorum.
Yazar diyor ki “İnsanlar kendi kendilerini deli ediyorlarsa nörotik ya da ruh hastasıdır, başkalarını deli ediyorlarsa kişilik bozuklukları vardır”. Ben de diyorum ki, bu insanların farkında olalım, mümkünse onlardan uzak duralım, yok illa birlikte olmamız gerekiyorsa da önlemimizi alalım.

Kitabı almak isterseniz adı Duygusal Vampirler, yazarı Albert J. Bernstein

Trajikomik iş görüşmelerinden biri daha...Bomba...

Zihnimde hala taze taze dururken yazmazsam çatlayacağım şu trajikomik iş görüşmelerinden birini.

Daha bu sene başında yaşadım. Çiçeği burnunda anlayacağınız.

Biliyorsunuz geçen yılın sonlarına doğru "executive search" işine merak salmış, bu alanda çalışan arkadaşlarımla görüşüp fikirlerini sormuş, onlardan dinledikçe iş için daha büyük bir heyecan duymaya başlamıştım.

Bu arkadaşlarımdan biri vesilesi ile Türkiye'nin bu alandaki önde gelen firmalarından biri ile randevulaşıp mülakat sürecine girdim.

İlk görüşmeyi firmanın kıdemli iki ortağı ile yaptım. Bunlardan biri hem yaş itibarıyle hem de ve dolayısı ile çalışma yılı olarak çok daha kıdemli bir ortaktı. Gelin ismi Şerafettin olsun. Diğeri ise hayatı boyunca bu işi yapmış ve güzel bir şekilde yükselerek şirkete ortak olma konumuna gelmiş akıllı fikirli bir beyefendiydi. Onun ismi de Osman olsun.

Görüşme sırasında sorulan sorular, gösterilen ilgi ve görüşmenin sonundaki "Zaten sen burası için çok uygun bir adaysın, ancak prosedür gereği bir kaç test ve firmanın üçüncü ortağı ile tanışıp görüşme işlerini de toparlayalım..." mesajından sonra kendimi firmaya girmiş ve çalışıyor hissettim.

İkinci görüşme ve web tabanlı test bir sonraki hafta içerisinde gerçekleşti. Üçüncü ortak, firmada bir önceki yıl ortaklığa terfi etmiş, halinden, tavrından ve sorularından bende bir şekilde toy olduğu hissini uyandıran, iyi niyetli ve yine çok düzgün bir beyefendi idi. Onunla yaptığımız görüşmeyi bloğumda daha önce yazmıştım zaten. Eğlenceliydi...

Üç numaralı ortakla yaklaşık iki saat süren ve doğrusu kendimi çok başarılı bulduğum görüşme neticesinde, Osman Bey beni tekrar görmek isteyip yapılacak işin detaylarına ve firmanın geleceğine ilişkin vizyonuna dair bir kaç detay daha paylaşınca, artık başlamak için günleri sayar vaziyete geldim.

Bunun üzerine bir de İsviçre'deki "Büyük Ortak" ile konferans görüşmesi yapıp Mr Büyük Ortak'ın telefonu kapatmadan önceki "Seninle tanışmak için sabırsızlanıyorm. Ne zaman başlıyorsun?" sorusu üzerine ne kadar kopmuş vaziyette olduğumu belirtmeme gerek yok sanırım.

Sonra olaylar şu şekilde gelişiyor, en heyecanlı yere yaklaşıyoruz, biraz daha sabır rica ediyorum:

Mr Büyük Ortak ile görüşmemizin hemen ardından telefonum çalıyor.
Arayan Osman Bey. Görüşmemin nasıl geçtiğini merak ettiğini, Mr Büyük Ortak ile konuşmadığını ancak acaba Mr Büyük Ortak'ın benim en çok ne yönümden etkilenmiş olabileceğini soruyor.
Mr Büyük Ortak ile konuşmamış ancak bir şekilde benden etkilenmiş olduğunu biliyor, nasıl oluyorsa...
Ardından, şirketin bir kaç gün sonraki yeni yıl partisine davet ediyor beni.
Ekibin kalanı ile tanışmam için.
Ve ta ta ta tammmm...

Ofisteki partiye gidiyorum.
Ilk görüşmeyi yaptığımız Şerafettin Bey orada. Göz göze gelince birbirimize doğru yürüyor ve sohbete başlıyoruz. O kadar sıcak bir karşılama yapmış olmasa beni hatırlamamış olma ihtimalini düşünebileceğim. Kısa bir sohbet yapıyor ve yerlerimize dönüyoruz.
Bu arada ekibin geri kalanı ile tanıştırılıyorum.
Her şey mükemmel.

Bir sonraki gün cep telefonum çalıyor.
Arayan Şerafettin Bey.
Güzel bir haber verecek diye sevinçle alıyorum telefonu.
Şerafettin Bey hal hatır sonrası söze "Dün partimize gelmişsiniz karşılaşamadık, çok üzüldüm..." diyerek giriyor.
Bir anlık sessizlik.
"Alo, orada mısınız?"
"Buradayım Şerafettin Bey...".
Aklımdan bin tane şey geçiyor o anda, adam şaka mı yapıyor? Bu o adam değil başkası mı? Alzheimer mı acaba? Hay Allah...
"Nasıl karşılaşmadık Şerafettin Bey, hatta sizinle sohbet bile ettik" diyerek damardan giriyorum lafa.
Bu sefer afallama sırası karşıda.
Ama çabuk toparlıyor, yılların tecrübesi ve "Hay aksilik, çok kalabalıktı, çok fazla insanla tanışıp görüşüyoruz..."
Ama bence bu toparlama değil.
Sonrasında da bana, hiç beklenmeyen bir takım gelişmelerden, bu nedenle pozisyonun geçerliliğinin kalamayabileceğinden, "ama yine de..." şeklinde bir şeylerden bahsediyor.
Artık dinlemiyorum.
...
Yıkılıyorum o an çünkü aklımdan geçenler:

Herşey bu kadar sahte olmak zorunda mı?
Beni tanımadığı anda neden "yılların tecrübesi" ile kim olduğumu öğrenebilecek sorular sormaz?
Ya da direkt beni çıkaramadığını söylese bu düştüğü durumdan daha mı zor bir duruma düşecek?
Ya da ben daha mı çok kırılacağım?
Bu olaylar sonrasında diğer ortaklar neden beni arayıp uygun dille bir açıklama yapmazlar?
...

Peki hepsini bir kenara bıraksak ve "İŞ HALİ", "İŞ KAZASI" desek,
"bu acımasız iş ortamında herşey mümkün" desek,
bu insanlar kendi işe alım süreçlerini yönetemezken nasıl olur da Türkiye'nin önde gelen şirketi olup Türkiye'nin diğer önde gelen şirketlerinin Çok Üst Düzey Yöneticilerinin işe alım süreçlerini yönetirler?

Merak ediyorum...

Yeni işimle ilgili başlangıç adımları!

Yeni bir işe başlayacak olmanın telaşı, heyecanı ve sabırsızlığı içindeyim.
Bu durum biraz da geriyor beni.
Hakim olmak istiyorum tamamına ve bunun için epey bir çaba sarfetmem gerekeceğini biliyorum.
Yol bana uzun ve meşakkatli görünüyor şu anda.
Bir taraftan da derinliğini kestiremiyorum.
Ne kadarlık bir dünyanın neresinde olduğumu ve yolun tam olarak ne kadar uzun olduğunu tahmin edemiyorum.
Evet, işte belirsizliklerle dolu bir yolculuğun eşiğindeki ben.
En "sevdiğim" şey, "belirsizlik".
Bu gibi durumlarda tipik Eylem hareketi, durumu es geçmek, halının altına süpürmek, hiç yapmamak şeklinde olur.
Ama ve lakin bu sefer meydan okuyorum kendime, eski alışkanlığıma ve "değişecek" derken, şimdiden yarın tüm günü bu işe ayırmak üzere planımı yaptım bile.
Kolay olmayacak biliyorum ama yapacağım.
Ve kendime kolaylıklar diliyorum!

Anneler günü yarın

Yarın anneler günü.
Annem ve Sinem bize gelecek, mangal yapacağız.
Teyzem ve kuzenlerim de geliyor.
Birazdan çıkıp alışveriş yapmak lazım.
Yarına hazırlık.
Hakkuş gitar çalışıyor.
Onu bekliyorum çıkalım diye.
Alalım gidip malzemeleri, yarına hazır olalım.

İlahi adalet işbaşındaydı...

Lisenin popüler, havalı, çalışkan olduğu kadar da sosyal kızlarından birini anlatacağım. Ve onun sevgilisini. Sonra üniversite sınavı telaşını. Ardından da hayatın ve ilahi adaletin oyununu...


Öyle başarılıydı ki, sınavda sadece 3 tercih yapacak, Boğaziçi İşletme, İktisat ve Uluslararası İlişkiler Bölümleri'ni yazacak, nasıl olsa bunlardan birine havada karada girecekti.

Hayatında herşey yolundaydı. Derslerinde inanılmaz başarılı, okulun ikincisi, hem okul orkestrasında şarkı söylüyor, hem tüm organizasyonlarda sunucu, şiirler okuyan, konuşmalar yapan, etrafında bir hayran kitlesi olan bir kız. Bir de ona çok düşkün, hayatını ona adamış, taaa ortaokul yıllarından beri onun peşinden koşan, sonunda onunla olduğu için kendini çok şanslı sayan, yakışıklı olmasa da okulun sevilen çocuklarından biri olan Murat'la da birlikte.

İnişli çıkışlı, kızın sürekli şımarıklık, naz ve kapris yaptığı çocuk, üniversite sınavından tam 2 ay önceki tartışmalarında, kızın her zamanki "ayrılalım o zaman" sözü üzerine ilk defa "Tamam" diyor ve ayrılıyorlar.

Kız kendinden çok emin. "Nasıl olsa kapanacak yine ayaklarıma..." diye düşünüyor. Hatta buluşup görüşüyorlar yine ama Murat'ta değil ayaklarına kapanmak, tekrar olabileceği ihtimaline dair bile en ufak sinyal yok.

Yaklaşan üniversite sınavından bahsediyorlar haliyle. Bir gün Murat diyor ki "Benim babamın üniversite diploması yok ama benim olacak. Kazanamasam da bastırıp parayı girerim bir yere"

Kızın ise kazanamaması durumunda tek şansı bir sonraki sene tekrar hazırlanmak. Bu ihtimali aklına getirmemeye çalışsa da o gün, Murat'ın o lafı çok fena oturuyor içine.

Evet, çok fena otturdu içime lafı. Bir de sırıtışı. Sanırım unutmayacağım. Onu çok sevmesem de değer vermiştim, ama o gün kendini tamamen sildi gözümde...

Herşey bitmişti. Tekrar beraber olamayacağımız, onun gibi biri tekrar karşıma çıkmayacağı için çok üzülmüştüm.

Aynı zamanda bir şok yaşıyordum. O asla beni terk edemez diye düşünürken işte kalıvermiştim bir başıma.

Bu durum, sınav hazırlık dönemimde hiç de iyi gelmedi bana. Konsantrasyonumu bozmadığını söyleyemem. Ne kadar engellemeye çalıştıysam da etkilendim fena halde.

Sonunda, sınavda 3 değil 10'un üzerinde tercih yaptım.

Sınavdan çıktığımda kazanamadığıma inanıyordum çünkü soruları çözerken hem çok heyecanlanmış, hem de sınav öncesi bilinçsizce aldığım sakinleştirici şurup nedeniyle sersemlemiştim.

Yazın sonuçlar açıklandığında, 11. tercihime girmiş olduğumu gördüm. İstanbul Üniversitesi'nin İngilizce İktisat Bölümü'ne...Hiç sevinmedim ama şimdi düşünüyorum da,fena değilmiş. Hele onca tatsız hadisenin ardından yine iyi bir sonuç denilebilir.

Her neyse, sonra ne oldu biliyor musunuz?

Ben okudum adam oldum. :) İyi yerlerde güzel işler yaptım, hala devam ediyorum.

Murat, paralı bir üniversitenin köfte bir bölümüne girip ya hazırlık sınıfında ya da sonrasında oradan atıldı.

Dediği gibi parayı bastırdı ama diploma alamadı.

Üzülmedim ne yalan söyleyeyim.

Adalet yerini buldu bence.

Şimdi niye yazdım bunu? Çünkü üniversite sınavı yaklaşıyor.

Çünkü hayatta herşey insanlar için...

Ha bir de dünya tatlısı bir adamla evlendim. :)