Ve yine "iş" desem...

Biliyor musun, hayatımda değer görme konusunda bir şekilde eksik hissediyorum kendimi.

Sanki hak ettiğim değeri göremedim.

Bu sadece iş hayatım için geçerli aslında.

Ben mi yeterince çabalamadım, doğrusunu mu beceremedim acaba?

Yakın zamanlara kadar hatayı hep karşımdakilerde aradığım için, sağlıklı bir sonuca varamadım. Tatmin edici bir yanıt bulamadım kendi adıma.

Bu yüzden kendimi bir takım bahanelerle uyuttum. Daha doğrusu uyuttuğumuz zannettim.

İçten içe tabii ki biliyorsun, o birikenler bir yerlerde yakalıyor seni.

Az önce Hakkuş'la mailleşirken, duygusal bir boşalma yaşadım. Bana şöyle yazmış:

"Askim...
Okurken senin adina cok heyecanlandim.

Sen cok degerli bir insansin. Umarim seni gercekten hakedecek bir yerde olursun.

Canim karim oldugun icin degil, ama sen gercekten daha iyilerine layiksin...

Sen hep mutlu ol ne olur...

ss"

Bir iş görüşmesi için bana gelen mailin üzerine yazdıklarını paylaştım yukarıda.

Hakkuş'un notunu okuduktan sonra gözyaşlarıma hakim olamadım.

Bir başarı hikayesi yazmayı çok istiyorum.

Değerimin bilineceği bir ortamda çalışmayı da.

Ben çalışmayı seven bir insanım. Yeter ki motivasyonum kırılmasın.

Demek ki, beni nelerin motive ettiğine dikkat edeceğim. Burada kendimi için belirlediğim gerçekçi olmayan faktörler gereksiz beklentilere, yanlış yönlenmelere sebep olabilir.

Motivasyonumu yitirdiğim durumlarda da iş kalitemi etkilememesi için neler yapacağıma bakmalıyım. Sonuçta iş, iştir. Eylem'e yakışan kalitede yapılmalı.

"Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz"

Abartmak istiyorum

Bizim toplumumuzda bir şeyden duyduğumuz memnuniyeti dile getirmek, teşekkür etmek pek yaygın değil diye düşünüyorum.

Mutluluğumuzu doyasıya yaşayamıyoruz ki...Gülmeler, kahkahalar hep frenlenir bizde. "Şişşşt, sessiz ol; ne o öyle sokak kadınları gibi..."

İşte bunlar birbirleriyle bağlantılı bir şekilde hislerini sözlerle ifade etmede, hatta duygularının farkında olmakta kısır bırakıyor bizleri.

Düşünsene bir şeye aniden parlamayı biliyoruz, kontrolümüzü kaybetmeyi de, ama aniden mutlu olmayı, sevinç naraları atmayı beceremiyoruz; hatta elimizi ağzımıza götürüp kapatıyoruz ve "çığlık atmamak için zor tutuyoruz kendimizi!!!"

Tüm bunlar bizler için iyi bir şeyler yapanların farkına varmamızı ve şükranlarımızı sunmamızı da gölgeliyor.

Mesela ben şimdi alt komşumla, onun karşısında oturan komşuma teşekkür edeceğim. Yanımızda oldukları, hayatımızı birlikte şenlendirdiğimiz için.
Bitişik komşuma da, bahçesine ektiği bambular için. Hepsi büyüyüp koca ağaçlar oldular ve sabah balkonda kahvaltı yaparken, bu yeşilliğe bakmak içimi açıyor!

Bu bir alışkanlık biliyor musun.

Ben yıllardır uyguluyorum -içimden geleni yapıyor ve iyi bir şeyler olduğunda buna vesile olanlarla mutluluğumu paylaşıyorum - bu çığ gibi büyüyerek gelişiyor ve çoook mutlu oluyorum!

Bu konuyu abartmak istiyorum. Yani çok çok çok daha fazlasını yapmak!

Güzel bir sabah

Güzel bir sabah ne demek biliyor musun?

Güne arkadaşının gönderdiği mp3 ile, "la vie en rose" ile başlamak...

Kahvaltını bu müzik eşliğinde yaparken, böyle bir arkadaşın olduğu için şükretmek...

Bu arkadaşın aynı zamanda her sabah sana "meditation tip"ler de gönderiyorsa mutluluktan havalara uçuyorsun...

Bu "tip"ler sana "anın önemini, güzel insan olmanın hafifliğini, hayatın yaşamaya değer olduğunu, sevmeyi, sevilmeyi,..." hatırlatıyor her gün ve sen de yavaş yavaş öğreniyorsun!

Daha ne olsun?

Teşekkür ederim Banu'cuğum, dedim ya "İYİ Kİ VARSIN"...

Uçan Porche ve erkeklerde iktidarsızlık

Yazacağım ne zamandır araya bir şeyler girdi ve bu konu içimde kaldı.

2 gün önce, eve gelirken son dönemeci aldım, trafik ışıklarına doğru 100 metre kalmış, ışık da kırmızı yanıyor ve 60 kilometre ile gidiyorum.

Yanımdan beni kasarak sollayıp ışıklara doğru uçan sonra da eşek gibi durmak zorunda kalan :) bir Porche geçti. Sakin sakin yanındaki şeritte durdum, ışığın yeşile dönmesini beklerken, kimmiş şu yarım akıllı diye bir bakayım dedim.

Tahmin ettiğim gibi orta yaşlarının üzerinde bir zat. İçimden gelmedi "bey" demek, "beyefendi" hiç değil zaten; adama da benzetemedim.

Herneyse, o anda, okuduğum bir şeyler hızlıca aklıma gelip Porche gibi aniden gelen kızgınlığımı bastırdı ve bir gülmeye başladım anlatamam.

Biliyor muydunuz, trafikte, böyle yerli yersiz deliler gibi araba kullanan erkekler, başka yerlerde kendilerini gösteremedikleri için, bir çeşit iktidarsızlık tatmini için yaniiii, o şekilde davranışlar gösterirlermiş!

Bu empatiyi kurduğum anda yumuşadım.

Gülmeyle birlite gelen gevşeme de cabası oldu haliyle.

Sonra yeşil yanınca, brınnn diye uçan adamın arkasından bakarken, bana bunu yazdırdığı için ona minnettar kaldım!

Doğal akışında yaşanan ilişkiler

Herşeyi oluruna bırakmaktan bahsediyor okuduğum kitabın şu bir kaç sayfası.
Bunu da ilişkiler merkezinde konumlandırarak anlatmış.
Çok hoşuma gitti ve bu fikri aldım ben (İngilizce'de vardır ya "I buy this")

Benim kendime çıkardığım fayda şu şekilde:
Bir ilişkide zaman zaman durağanlık olur, bazen haşinlik, kimi zaman dalgalanma, başka zamanlarda uzaklık,...bunların tam tersinin sürekli olacağı durumları beklemek anlamlı değil, çünkü gerçekçilikten uzak.

Karşındakine karşı çok farklı ruh halleri içerisinde olabilirsin.

Bir gün çok seversin onu, yanında, dizinin dibinde istersin; başka bir gün tam tersi...
İnsan dediğin varlık özünde değişken değil mi zaten.
Belki de hayatı heyecanlı yapan bu değil mi?
Monotonluğu seven biri olabilir mi?

Konuyu dağıtmadan söylemek istediğime geleyim:

Bazen sorarız sevgilimize
"Bana yeterince ilgi göstermiyorsun?"
"Bu günlerde uzaksın?"
"Neden bu kadar düşüncelisin? Yolunda gitmeyen birşeyler mi var?" diye...

Oysa akışına bıraksak,
O günler de öyle geçse işte,
Bunu doğallığın bir parçası olarak kabul etsek?

Nasıl olur?

Evvvet, biliyorum ki sevdiniz!

Ben de...

Gözleri Açık Sevmek demiş Jorge Bucay&Silvia Salinas ikilisi

Şu sıralar harıl harıl bu ikilinin kitaplarını okumaktayım.
Elimde, "Gözleri Açık Sevmek" ve "Yola Sensiz Devam Etmek" var şu anda.
İlişkiler üzerine yazmışlar.
İki kişinin bir kitap yazması da ilginç değil mi?
Ama olmuş işte.
Çok da sürükleyici.

Şimdi ben neden bu kitapları aldım, amanınn Hakkuş'la yangınlar mı var yoksa??? diyecekseniz, "eh az biraz var bir şeyler tabii" diyeceğim ve devam edeceğim "kitaplarımı almamın bununla ilgisi yok, Çeşme Marina D&R'a girdiğimde, elim gidiverdi ve şöyle bir bakıp alıverdim"...
Tatilimin göbeğinde, Alaçatı'mı bırakıp Çeşme Marina'da, hele hele de D&R'da ne işim olduğu sorusu varsa akıllarda buna cevabım yok.
Aslında herşeyin bir nedeni vardır diye düşünürsek de bir cevabım var ama çok da önemli ve ilginç değil. Aman tamam söylüyor ve kurtuluyorum: Hakkuş sörfte kulak zarını patlattığı için, Alaçatı'nın rüzgarına suyuna bir gün ara verip Çeşme civarını yoklayalım, takılalım, tatilimizi damardan yaşamaya devam edelim demiştik, falan filan...

Bu arada, tatilin bitmesine 4 gün kalmışken 2 kitap birden almam da komik oldu.
Öyle delice, gece gündüz kitap okuyan bir tip değilim.
Sanki İstanbul'da D&R yok.
Bir de taşıdım kitapları zaten ağır olan çantamda...

Aman ne söylendim!

Ne yazacaktım neler döküldü bakar mısınız?

Yazacaklarım ilişkiler üzerineydi.

Çok hoş detaylara yer vermişler yazarlar, ben de özümsediğim kadarını paylaşmak istedim.

Her zamanki gibi bunu yapmak için de kitapların sonunun gelmesini beklemedim, henüz ortalarındayım, her ikisinin de...

Alaçatı'da "Yola Sensiz Devam Etmek" e başlamıştım ama tatil dönüşü buluştuğum Nilaycan'ımla sohbet ederken, konumuzun bir yerinde, bana yönelttiği bir soruya "Dur ben hiç söylemeye çalışmayayım, amcalar yazmışlar, ben de az önce seni beklerken okudum..." diye cevap vermenin ötesinde, "demek bu kitabın sana geleceği varmış" diyerek devam etmemin sonucunda kitabı oracıkta hediye ettiğim için sonuna kadar okuyamadım.

Eve dönünce başladığım "Gözleri Açık Sevmek" ise, bugün Elifcan'la yaptığımız sohbetin tam da orta yerine öyle tatlı oturdu ki, Bağdat Caddesi D&R'a girip ona da bir tane ısmarladım keyifle.

İstanbul'da yağmur var!

Aylardan Temmuz.
Hem de öyle başı falan değil, tastamam 26'sı veeee
İstanbul yağmur altında!
Gök gürültülü, şimşekli, sağanak yağmur.
Hava bütün gün 35 derecenin sınırlarını zorladı ve akşam üzeri bir anda simsiyah oldu gökyüzü.
Aniden.
Şu anda bardaktan boşanırcasına yağıyor.
Nasıl güzel!
Mevsimin bize sunduklarının ötesindeki bu beklenmeyenler, bu sürprizler ne kadar hoş!
Doğanın mutluluk nidalarını duyar gibiyim.
Çimler, ağaçlar, çiçekler sanki bir başka havaya büründüler.
Gündüz sıcağında pestilleri çıkmış, adeta avurtları çökmüş görünen topluluk, yağmuru görünce nasıl da serpildiler, enerjiyle doldular, kikirdeşmeye başladılar...
Yağ yağ yağmur,
Teknede hamur,
Ver Allahım ver,
Dolu dolu yağmur...

Meğer oğluymuş!

Bu sabah manava gittim.
Tam alışveriş yaparken hemen yakınımızdaki camiden sela verilmeye başlandı.
Manav beni tanır, "biliyor musunuz sela verilen kişi bizim komşu, oğlu çekmiş bir şeyler, sabaha karşı gelmiş eve, babasına kurşunlar yağdırmış" dedi.
...
Gazetelerde okuyoruz ama bir şekilde kanıksamış olduğumuzdan, bir şey hissetmeden başka habere geçebiliyoruz.
Bu ise, farklı bir etki yaptı bende.
Dondum kaldım.
"Nasıl yani?", "0ğlu mu?", "Kendi babasını mı öldürmüş?", "Nasıl yaniiii???"
Düşünsenize, tam dibimizde bir yerlerde bir kaç gün önce bu olay yaşanmış, şimdi de camiden anons ediliyor. Bu kadar gerçek!

Hemen aklıma yollarda karşılaştığımız insanlar geldi.
Kimi zaman toplum kurallarına uygun davranmadıkları için dışladığımız, kınayan gözlerle baktığımız, sözlü olarak uyardığımız ya da daha ileriye giderek bağırıp çağırdığımız...

Ne diyorsunuz?
Nereden bileceğiz kim ne kullanıyor?
Nasıl bir ruhsal vaziyette?
Deli mi divane mi?
...
Bilemeyeceğimiz için dikkat etmek lazım.
Babasını öldürebilecek kadar ileri gidenler olduğunu hatırlamalıyız.
Daha pek çok şeyi yapabilecekler olduğunu da tabii ki.

Bugün şöyle bir durdum ve "Aman" dedim, "Kendine hakim olmayı elden bırakma..."

İstanbul'da...Evde...bir Cuma akşamı...

İstanbul'da bir Cuma akşamı. Saatler 19:16'yı gösteriyor şu anda. Bakalım yazının sonunda kaçı gösterecek.

Hava sıcak. Aylardan Temmuz.

Öyle bir nem var ki, surduğun yerde şıpır şıpır terliyorsun gündüz.
Ama şu anda, ben Kemerburgaz'da evin balkonunda oturmuş, püfür püfür rüzgarın tadını çıkarıyorum.

Balkonda bir masa, bir sandalye, sardunyalar, lavanta, yasemin ve Hollanda'dan getirdiğim çiçekler var.
Bir de Hakan'ın parmak arası terliklerini gördüm şimdi.

Masanın üzerinde ise, çok sevdiğim beyaz bir örtü, bu yazıyı bu ortamda yazmamı sağlayan laptop, bir adet 33'lük Efes Pilsen, ahşap bir kapta kuruyemiş, bir not defteri, ajandam, kalem, cep telefonu, Capital dergisi ve kitapçıkları, cep telefonum...
Aaaa ev telefonu da buradaymış.
Tüm iletişim kanallarımız açık anlaşılan.

Hakan İskenderun'da. Bu akşam dönecekti ama iş bitmedi, gelemiyor.
onsuz bir akşam.

Yalnızım evde.

Mutfaktan müzik sesi geliyor.

Saat 19:23 şu anda.

Yalnızım.

Çok zor başarabildiğim bir şey bu. Yalnız kalmayı kastediyorum.

Benim için güzel bir deneyim oluyor şu anda.

Yapacak çok önemli bir işim olsaydı umurumda olmazdı, farkına varmazdım.

Ama yok.

veeee, haydi bakalım Eylem hanım, nasıl idare edeceksiniz bu durumu.

Biramı hüplettiğim için, yüzümde salak bir gülümseme var yazarken. böyle kafamın hafif puslu olduğu zamanlar hoşuma gidiyor. Güzel olan da bunu yapmak için sadece 1 şişe bira içmemin yetmesi.

Aaaa, şimdi aklıma geldi, bu akşam Özgür geliyor Hollanda'dan! Ama bu sefer bebişle geldiği için direkt İzmir'e uçuyorlar. Belki onları görmek için kaçarım bir ara Kuşadası'na. Ne de olsa 1,5 ay burada. Bebişi çok merak ediyorum. Fotoğrafları öyle tatlı ki...

Beynim seri bir şekilde çalışıyor.

Dedim ve nazar değdirdim.

Neyse, Hakkuş yok ve ben hala gece evde yalnız uyuyanıyorum ya, Şinoş gelecek ama çok yoğun olduğundan kaçta çıkacağı belli değil. Demek ki, epey bir kendi halimde takılacağım.

...

İstanbul'da bir Cuma akşamı. Ben evdeyim. Aklımdan Suada geçiyor. Hakan olsa, "oraya gidelim" derdim. Sadece onunla gitmeyi isterdim. O yüzden çıkmayacağım bu akşam. Evdeyim.

Beklerim :)

Saatler 19:32'yi gösteriyor...

96'dan bugüne KEYİFLE...

Bugün uzun zamandan beri görmediğim bir arkadaşımla, Burcu'yla karşılaştım Cevahir Alışveriş Merkezi'nde.

Planlamadan gitmiş, ama girdikten sonra da bir mağazayı özellikle aramıştım.
Hatta bulmak için bir kaç kez bir aşağı bir yukarı inip çıktım katlar arasında çünkü sağolalım biz Türkler bir yer sorulunca bilsek de bilmesek de verecek bir cevabımız olur, ama doğru ama yanlış...

Mağazaya girdiğim anda da Burcu tam karşımdaydı!

Ne tesadüf!

Bu yüzden belirttim önceki detayları...Herşey tam zamanında oldu :)

Onunla lisede aynı sıraları paylaşmış, üniversitede de beraber okumuş, sonrasında ise, yani mezun olduğumuz 1996 yılından bugüne, facebook haricinde hiç karşılaşmamıştık.

Bir yerde oturup sohbet ettik, 1 saat kadar.

Hayatımın o günden bugüne kadar geçen vurucu ayrıntılarını paylaşmaya yetti bu zaman.

Aynı şekilde onu da dinlemeye tabii ki...

Ve ne düşündüm biliyor musun, bir gün, aradan 14 yıl değil de 44 yıl geçmiş olacak.

Ve o gün, geçen onca yılda yaşananları keyifle anlatmak için, önümdeki 30 yıl boyunca GERÇEKTEN KEYİFLİ ŞEYLER yapmalıyım!!!

Sana da öneriyorum, denesene şöyle bir geriye bakıp bugüne kadar geçenleri anlatmayı ya da yazmayı.

İnan ki, zaman uzun da olsa, yaşananlar tekrar eder nitelikte ise anlatacak pek fazla şeyin olamaz.

Hz. Muhammed'in çok sevdiğim - ve bildiğim tek sözü olduğunu da itiraf ediyorum - bir sözü "cuk" oturuyor buraya: "Eğer iki günüm de aynı geçmişse, birini kayıp sayarım"

Bir de diş olayımız var

Geçenlerde Elif'in kızı Defne anaokulunda düşmüş ve ön dişini kırmış.
Bir süre kimseye çaktırmamış.
Neyse sonunda bir şekilde ortaya çıktı ve baktılar ki durum pek parlak değil, çektiler dişi.
Hem de süt dişini!
Çünkü Defne henüz 4 yaşında.
Ama gelin görün ki Defne durumdan memnun.
Sebebi de büyüdüğünü sanması.
Ablaların dişleri dökülüyor ya...

Çocuklar ne alem diye düşündüm.

Dişsiz çok komik görünüyorlar, ama yine de o eksik dişleriyle kocaman gülüyorlar.
Çok da mutlu oluyorlar.

Biz ise herşeyimiz tastamam olsa da "zoncuk zoncuk" geziniyoruz.
Yetinmiyoruz.
Mutlu olmuyoruz.
Gülmüyoruz.

Yalan mı?

Çabalayanlar ve Ense Yapanlar

Bazen yakınımızdakiler için bir şeyler yaparken, çok fazla kendimizden verdiğimizi hissederiz.
Düzeltiyorum, biz hissetmeyiz de, durumu bilen ve bizi gerçekten seven dostlarımız bunu gözlemler ve bizimle paylaşırlar. "Biraz fazla değil mi sence yaptıkların? Neden sadece sen üstleniyorsun?..."
Ve cevabımız hazırdır, "Ne yapayım, ben yapmazsam kimse oralı olmuyor..."

Düşünmek lazım acaba biz o kadar çok herşeyin içerisinde olduğumuz için, diğerleri de nasılsa kontrol bizde diye ellerini eteklerini çekmiş olabilirler mi?
Onlara gerek kalmadığı hissini uyandırıyor olabiliriz.
Yorulsak da bunu göstermiyor olabiliriz.
İnsanoğlu da bencil bir varlık, birilerinin herşeyi sırtlandığı durumlarda, "Yahu sen ne haldesin? Biraz dur da ben taşıyayım..." der mi sizce?

Bir de şu önemli. Biz bir şeyler için çabalıyoruz da, acaba çabaladığımız insan gerçekten o yaptıklarımızı mı istiyor? Yoksa karşımızdaki için bize göre en iyi olan (mükemmel) ortamı ve şartları yaratmak için boş yere mi debeleniyoruz?

Bilir misiniz, bu gibi durumlarda, siz dünyanın en kıymetli işini de çıkarsanız, karşınızdakinin vizyonu, beklentisi, arzusu ne ise sadece ona odaklı olacağı için, sizin sunduğunuz da farklı (daha üstün bile olsa) olacağı için, kimseyi memnun edemezsiniz.

Bunlar da yakın zamanda edindiğim tecrübeler...

Görüyorsunuz düşünmeye devam ediyorum!

Ve ders almaya...Hayat dersi gibisi yok bence...

Ondan bundan...

Bu gidişler iyi değil,
sevildiğini biliyorsun ve bunun tadını çıkarıyorsun,
bazen şımarıyor,
usanıyorsun,
unutuyor ve o zaman bil ki unutuluyorsun.
Uyan,
bak etrafına,
aç kalbini,
dinle,
kendini anla,
iç sesine kulak ver,
dinle diyorum,
sadece sen ol,
bak,
göreceksin,
çok basit.
Her şey burada,
bakmayı bil,
görmeyi bil,
kıymetini bil.
canım...

Bilinmeyenler

Son zamanlarda sorumluluklarım hakkında düşünüyorum.
Yaptıklarım, yapmadıklarım,
Yapabileceklerim,
ertelediklerim,
üşendiklerim,
sevdiklerim,
istediklerim,
hayallerim,
gerçeklerim,
ben,
Hakan,
ailem,
ben,
herşey,
ve hiçbir şey,
belki bir şey,
kesin,
siyah,
beyaz,
gri,
kaçmak,
kalmak,
kabullenmek,
reddetmek,
direnmek,
yaşamak...

Nazım'ın dediği gibi

YAŞAMAK BİR AĞAÇ GİBİ TEK VE HÜR VE BİR ORMAN GİBİ KARDEŞÇESİNE...

Sinoş'un doğum günü!!!

Bugün Sinoş'un doğum günü!
Akşam ofisten arkadaşları ile Sultanahmet'te Ramada'nın terasında bir kutlama olacak.
Ben Hakkuş'la ikimizin kursu olduğunu söyledim, bu yüzden saat 9'dan sonra katılabileceğimizi...
Ama tabii ki kursları erteledik ve gidiyoruz birazdan!
Yine de hedeflediğim gibi ondan önce orada olamayacağız sanırım çünkü Hakn işten ancak gelebildi ve saat şimdiden 19:36 :(
Neyse, gidelim de...
Bu arada hediyemiz mp3 player olacaktı ama onu da ayarlamakta geciktiğimiz için, bu akşam veremeyeceğiz.
Ben şu sıralar onun çılgınca çalışyor olmasını göz önüne alıp "yoğun mimar hanımefendiye bir adet defter (kapağında çok hoş şeyler yazıyor), bir kalem ama öyle sıradan değil, üzerinde post-it'i var, bu da yetmedi çingene pembesi bir post-it (bunun kenarında da kocaman dudaklar var - not yazdıkça öpücük konacak yanaklarına!!!), bir de üzerinde "canım kardeşim" yazan mum aldım!!! Yaktıkça hatırlar, Sezen Aksu'nun dediği gibi beni yakar, kendini yakar, herşeyi yakar artık!!!
Hakan duşunu alırken ben de çabucacık yazıverdim işte...

Bugün Nilay'la Historia'da buluşup uzun uzun sohbet ettik. Benden 4 yıl ileride giden bir arkadaşım olarak, çok akıllı tavsiyeler verdi.
Son zamanlarda tüm yakın arkadaşlarımdan aynı şeyleri duyuyorum neredeyse, "Yakın olduğumuz için biraz sert ve direkt konuşuyorum ama..."
Oysa benim bu gerçekçi görüşlere çok ihtiyacım var!
Beni anlıyorlar, biliyorlar, tanıyorlar, bu yüzden yorumları cuk oturuyor.

Hayatımda oldukları için çok şanslıyım!

:)

Alaçatı'dan devam...

Ziyad kite sörfü yapmak istedi. Malzemelerini getirmiş yanında.
Hemen atladık gittik, kiteçıların olduğu yere.
Rüzgar sağlam esmekteydi.
Başladı bizimki uçmaya.
Harika bir his olsa gerek.
Dalgalara doğru son sürat gidiyor ve havalanıyorsun.
Bir kaç saniye havada gidip iniyorsun tekrar denize ve slaloma devam!
Şu rüzgar sörfünü biraz daha kıvırayım, kite muhakkak denenecek!!!
Uçma hayalimi bu şekilde tatmin edebilirim bir ölçüde :)

Sonrasında klasik yerimize, sörf kumsalına döndük.
Bir şeyler atıştırıp milleti seyrettik; jibe, duck jibe, freestylecılar, slalomcular...

Bu arada Sinoş'la bizim evin planlarına baktık. Nasıl olsun, alternatifler, vs biraz konuştuk ama Sinoş çok da istekli görünmüyordu doğrusu, ben de zorlamadım. Kıza tatilde iş yaptırmak gibi...

Zaten Gürcan'la günlerdir bir kaç değişik plan üzerinde kafa patlatmıştık.
Ben somut ev örnekleri gezmeden, öyle çizimler üzerinden pek bir şey anlamıyorum. Gürcan'a gittiğimizde bize kendi kullandığı programlarla 3D birşeyler çizip göstermişti, bu şekilde biraz daha anlaşılır oldu benim için, ancak içine girip gezmek gibi olmuyor.

Bu yüzden aslında bir yer yaptırmak hiç bana göre işler değil. Ben gördüğümü, bitmişini almalıyım.

Şu anki durumumuzda böyle bir şansımız yok tabii. Elimizde bir arsa var.

Diğer taraftan bakınca, tamamen sana özel, senin tasarlayabileceğin boş bir alan işte.

Yine de bana uymuyorrrrr çünkü diyorum ya, hayal edemiyorum. Boyutları algılayamıyorum, ışığı kestiremiyorum, hissi yakalayamıyorum!

Neyse, şu ana kadar bu konuda hiç gerilmedim, bundan sonra da mümkünse bilinmezler karşısında kasılmadan ve şu işin tadını çıkara çıkara ilerlemek istiyorum. Kendimi sınamak için güzel bir fırsat, bakalım becerebilecek miyim?

Alaçatı'ya dönecek olursak, her zamanki gibi on numara bir tatil oldu.

Hakan sörfün azizliğine uğrayıp kulak zarını delince, sulardan bir süre ayrı kalmak zorunda olduğundan bir gün Ovacık taraflarına gittik. Çeşme Bağları'nı gezdik. Kulesine çıkıp 360 dereceden Ovacık manzarasına baktık. İşletme Müdürü Ekrem Bey'le sohbet ettik. Şarap yapım prosesini dinledik. Şarap, zeytinyağı ve üzüm çekirdiği aldık oradan.

Sonra Ser-Tur diye bir siteye dalıp sahiline indik. El değimemiş bir kumsal, turkuvaz bir deniz, üç beş ailenin olduğu sakin, huzurlu, dalgaların sesiyle tam anlamıyla terapi cennetine dönüşmüş bir ortam...
Yüzdüm, yüzdüm, yüzdüm...
Özgürlük...

Madem Alaçatı diyor başka bir şey demiyorum, alın size bir kaç tüyo:

Bir akşam muhakkak Agrilia'da yemek,
Bir sabah Rüzgaraltı'nda kahvaltı,
Bir akşam muhakkak Barbun'da yemek,
Yemek sonrası Köşe Kahve'de keyif (bitki çayı, kahve çeşitleri, sakızlı kurabiyeler),
Bir akşam muhakkak Şifne'de Ada Balık Fethi'nin Yeri'nde yemek,
Seviyorsanız her akşam İmren'de sakızlı muhallebi,
Her Allah'ın günü, Sörf! Çark'ta, Lanila'da, veya arkadaki diğer kafelerde atıştırmaca,
Sahilde gezen Şakir'den midye dolma, her daim,
...
Konaklamak için ille de Moy Otel!
...
Hakan'la ikimiz için Alaçatı'nın sembolü haline gelmiş, deri bileklikler için Artura Gallery! Uğur Çalışkan'a uğramalısınız! Meşhur caddemizin üzerinde, Taş Otele doğru inerken sağda göreceksiniz! Aman diyorum taklitlerinden sakının!
...
Aklıma geldikçe ekleyeceğim, keşfettikçe de...
...

Alaçatı dönüşü her zamanki gibi buruk oldu

Bir Alaçatı haftasının daha sonuna geldik.
Dün akşam döndük güzel evimizden. Ev eşittir Alaçatı!
Her dönüş gibi sancılı oldu benim için.
Seviyorum havasını, suyunu, taşını, toprağını :)

Dün Sinoş bana sürpriz yapıp geldi oraya.
Sabah bir baktım, "Neredesiniz, biz Alaçatı'dayız!" diyor.
Katar'dan Hollandalı arkadaşı Ziyad'la gelmişler. Daha doğrusu uğramışlar, Kuşadası'na, Ziyad'ın ailesininn yanına giderken.

devamı birazdan...

:)

En güzeli doğalı!

Bugün, insanın en güzel halinin doğal hali olduğunu düşündüm, kendi hali.
Günümüzde hemen herşey naturellikten bu kadar uzakken, bizlerse hep bize dayatılanlarla ve sunulanlarla yaşarken, kendimiz olmanın nasıl bir şey olduğunu unutmuşken "sadece olmak"...
yakınlarımda kendileri olanlar olduğunda yakalıyorum bu hissi.
Daha önce Kazdağları'nda Suna ile tanıştığımda hissetmiştim. Erguvanlı Ev'in Suna'sı.
Dün ve önceki akşam da Agrilia'da oturmuş Sevtap'la konuştuğumda...
Doğallık gibisi yok.
En hafif olduğumuz zaman da tamamen kendimiz olabildiğimiz zaman bence.
Deneyin ve görün.
Bunun için çevrenizdekilerin de sizin gibi olmaları gerekiyor, olabildiğince kendileri demek istiyorum...

Alaça, Alaçat, Alaçatı

Alaçatı, rüzgar, deniz, sörf...
Alaçatı'da Moy Otel'de tam bizlik bir oda, çok rahat bir yatak, kar beyazı çarşaflar, kocaman yastıklar, bir türlü sörfü bırakıp yetişemediğimiz 5 çayları, Agrilia'da akşam yemekleri, uzun sohbetler, sohbetler, sohbetler, gülüşmeler, kakarakikiler...
Samimi sabah kahvaltıları, sonrasında sörf, sörf yine sörf!
Ve sohbetler,
Ve biz,
Hakan ve ben,
Günbatımı,
Midye dolma,
Taze badem ve ceviz,
Alaçatı,
Rüzgar,
ve aşk!
Seviyorum!

Ananişim, Tuana, Alaçatı, Ananişim

Sana söz yine baharlar gelecek
Sana söz ışık sönmeyecek
Ölüm yok ki Tuana uyan
Şimdi yaşanacak!
...
diye söylüyordu Levent Yüksel Tuana şarkısını...
Ve ben de ananişime söylerdim bunu,
bağıra bağıra,
sanki yanık bir İspanyol gırtlağıyla söylermişcesine...

Bugün ananişim şan derslerimin nasıl gittiğini sordu,
sonra "Tuana'yı söylüyor musun yine Eylem?" diye devam etti,
ben de sesimin bir süredir paslanmış olduğunu söyledim ona,çünkü biliyorum ki Tuana'nın şu yukarıdaki sözlerini söylerken boğazım düğümlenecek ve ağlayacaktım...O da ısrar etmedi zaten, ama biraz zaman geçtikten sonra "Acaba bir şarkı söylemek ister misin?" diye sordu.
Ben de "I Could Have Danced All Night"ı söyledim ona.
Şan derslerinde öğrendiğim bir parçaydı.
Sözleri de öyle içimi acıtan cinsten değil.
Üstelik ananişimin de içini acıtacak, onu hüzünlendirecek bir parça değil.
Bu yüzden onu söyledim.
Kilise korolarının parçalarına benzetti.
Ne beğendi, ne de beğenmedi.
Ama biliyorum ki hakkını vererek Tuana'yı söylesem severdi.
Çok severdi.
Ama efkarlanırdı da.
Bir de bugün Erkin Koray'ın "Öyle Bir Geçer Zaman Ki" parçasını ne çok sevdiğini söyledi.
Ben de onu biraz bu acıklı temalardan uzaklaştırmak umuduyla, "annem de "Çöpçüler'i" sever ananişim" dedim, "Körolası çöpçüler, aşkımı süpürmüşler"...
Am o yineledi, "Yok yok, ben Öyle Bir Geçer Zaman Ki'yi severim..."
Ben de öyle canım ananişim, ben de öyle ama şimdi zamanı konuşmak niye?
Bırak geçsin zaman.
Ve biz mutluluğumuza bakalım.
Sen varsın ya,
Ne güzel işte,
Bak ameliyatın da iyi geçti,
belki bir kaç ay sonra yeniden yürüyeceksin,
tamam istediğin kadar iyi olmayacak belki yürüyüşün,
merdiven de çıkamayacaksın,
ya da zorlanacaksın,
ama hayatta olacaksın ananişim,
bizimle konuşacaksın,
anlatacaklarımız var birbirimize,
ne dersin?
bakalım Alaçatı'daki evimiz nasıl olacak,
sana planlarını göstereceğim,
senin odan aşağıda ananişim,
böylece merdiven çıkmak zorunda kalmayacaksın,
verandada oturacağız biliyor musun?
limonata seversin sen,
akşamüstleri içeriz, ev yapımı,
bir de oranın meşhur sakızlı muhallebisi var,
sana tattıracağım,
a, sakızlı dondurmayı da unutmayalım,
onu da seversin!
ve midye dolması tabii ki,
sen yeterince temizlenmediğini düşünüp huysuzlup edeceksin önce,
ama ben sana onu evinde yapan pırıl pırıl hanım teyzeyi göstereceğim,
tadına bakacak ve seveceksin eminim,
belki baharatına biraz yorum yaparsın,
ne de olsa seni ilk vuruşta mutlu etmek pek kolay değildir :)
sen yaşa da,
huysuzluğun olsun tek derdimiz,
hep yanımızda ol canım benim,
zaten eski topraklar dayanıklı olur,
sen de sapasağlamsın evvelallah,
hatta Kafkas kanı var ya,
sırtın yere gelmez ananişim!
daha konuşacak çok şey var.
seni çok seviyorum!