Saf mıyım, salak mıyım yoksa her ikisi de mi?

Acil bir iş için İstiklal Caddesi'ndeki Ziraat Bankası'na uğramam icap etti. Arabayı otoparka bırakmak için girişe yöneldiğimde genç bir arkadaş el kol hareketleriyle dolu olduğunu anlattı. Ben işim kısa sürecek nasılsa diye açtım camı, başladım bağırmaya...dermişim :) Yok öyle olmadı. Açtım camı, şirinliğimi takınıp "kısa, aman idare, vs" dedim.
Genç arkadaş da "yüzünüz iyi bir insan yüzüne benziyor, hadi alayım anahtarı" dedi. Ben de sevinçle fırladım gittim. Yürürken bir yandan da ne kadar şanslı olduğumu, etrafta ne iyi insanlar olduğunu düşündüm. Bir yandan da yüzüm iyi insan yüzü diye iyice bir sevindim.
İşim 10 dakika sürdü sürmedi, çünkü halledemedim, gerisin geri arabaya koştum. Genç arkadaş gülümseyerek gelip anahtarı verdi ve "10 TL" dedi. Yahu ben oraya normal zamanda 5 TL veriyorum. Nasıl oldu bu 10 TL? demedim, içimden geçirdim. Ve paşa paşa verdim.
Böylece iyi insan yüzünün ne demek olduğunu anladım.
"Etrafta ne iyi insanlar var" derken ne kadar iyimser davrandığımı da keşfettim.
Anlayacağınız 10 TL'ye güzel dersler aldım.
Daha ne olsun...

Amanın dizide oynama hayalim gerçek mi oluyor yoksa?

Dün bir ajansa gittim. Bağlı olduğum cast ajansından bir sms gelmişti, bir dizi için cast arandığına dair. Ben de gönderilen rolü okudum ve gittim işte. Bu ajans dünyası benim alışık olduğum profesyonel hayattan çok farklı. Tam 1 saat bekledim. Oysa benden başka kimsecikler de yoktu. Ajansın ekibi dahil olmak üzere :) rahatlar kardeşim, diyorum ya farklılar işte. Bunu şikayet etmek amacıyla söylemiyorum kesinlikle, aksine her zaman yaşadıklarımın öylesine dışında ki hoşuma gidiyor bu durumlar. Bazen...
Aslında iyi ki beklemişim çünkü rolümü tam ezberleyememiştim. Çalışmak için bahane oldu. Böylelikle tek bir çekimde işimiz bitti. Sanırım 5 dakika kadar sürdü.
1 saat bekle, 5 dakikada çekim olsun ve bitsin.
Diyorum ya, keyfim yerindeydi. Durmadım üzerinde. Hem çekimi yapan arkadaş sağolsun epey yardımcı oldu (ilk çekimim olduğunu söyledim girer girmez).
Bu arada hemen belirteyim, bu cast seçimi için ön elemeydi.
Bugün ses çıkmadığına göre, herhalde olmadı ama güzel bir tecrübeydi.
Fırsat buldukça katılacağım bu deneme çekimlerine, taa ki bir reklamda veya dizide oynayana dek...

Unutmak ve unutulmak


Bazen konuştuklarımızı hatırlamadığımı fark ediyorum. Zaten daha önceden bildiğim şeylere, sanki ilk defa duyuyormuşum gibi tepkiler veriyorum. Unutuyorum anlatılanları. Neden?
Belki ilgimi çekmiyorlar, belki dalgınım o sırada ama dinliyormuş gibi yapıyorum, belki aklım başka yerlerde...
Son zamanlarda en yakınım da bana aynı bu şekilde davranıyor. Unutuyor anlattıklarımı. Sanki ilk defa duyuyormuş gibi şaşırıyor.
Bir süre ben de emin olamıyorum o mu yanlış yoksa ben miyim tuhaf olan.
Ama sonra anlıyorum ki ben de unutuluyorum.
Belki çok sıradan geliyor anlattıklarım, belki sıkıcı, belki hep tekrarlıyorum kendimi, belki...
Sevmedim bu halleri. İyi ki bana da oldu da nasıl bir şey olduğunu anladım unutulmanın.
Acıymış.
Anlamsız hissettiriyor insana kendini.
Anlattıklarından da soğutuyor, anlattığından da...

Ekranlar ve reklamlar


Dün bir yönetmenle tanıştım. Şu bildiğimiz film, dizi, vb işleri yürüten yönetmenlerden. Walla hayatımda ilk defa bu meslekten biriyle tanıştığım için hevesle anlatacağım. Aslında bu kadar istekli olmamın altındaki sebep yıllardır bitmek tükenmek bilmeyen meşhur olma sevdam :) hani "ekranların sevilen yüzü" olayı var ya, ondan işte.
Bu yönetmen tanıdığımız bildiğimiz biri, o yüzden ismini kullanmayayım, ondan Şeyh diye bahsedeyim istiyorum. Nedenini sormayın, öyle geldi içimden.
Şeyh çok sevdiğim bir arkadaşımın arkadaşı.
Sağolsun kamera önü ile ilgili tüm sorularıma sabırla cevap verdi.
Ekranlara adım atmak için neler yapılması gerektiği gibi basit ve sıradan sorulardan tutun da, mimikler az mı çok mu olmalı, benim yüzüm kameralar için uygun mu yoksa sıradan mı, iş yapar mı yoksa yapmaz mı,.... gibi bir dolu detaya kadar içimde yıllardır büyüyen bütün soru işaretlerini neredeyse nefes almadan tek tek sıraladım. Hazır bir yönetmene ulaşmışken fırsatı iyi değerlendirmekte fayda var diye düşündüm. Öyle değil mi? Ne de olsa 20 senedir beklemişim bu tanışmayı...
Sağolsun, Şeyh hem çok kibar hem de herşeyi anlayabileceğim bir açıklıkla, kendi işime bakmamı söyledi. Bildiğim işe...Offff... Ama bu benim hayalim, denemek istiyorum, belki çok iyi olacak!!!
Bazı soruları biraz daha teşvik edici cevaplar alabilirim umuduyla tekrar tekrar sordum. O da üşenmeden yeniden cevapladı. Ama heveslendirecek bir kelime bile kullanmadı.
Onu çok haklı bulduğum noktalar olsa da, içimdeki kamera önü sevdasının ateşi sönmedi. En azından bir reklam filmi çekimi deneyeyim diyorum. Hani tiyatro için derler ya "sahne tozu yutmak", ben de set tozu yutayım istiyorum. Sadece 1 kez.
Hayatta istediği herşeyi denemeli insan.
Uygun zaman geldiğinde bunu yapmalı.
Benim için uygun zaman gelmiştir.
Deneyeceğim...

Aşkın kek kıvamında tarifi :)

Malzemeler:
Aşk
Heyecan
Çocuksuluk
Umut yaprağı
Aklıhavada çiçeği
Kalp çarpıntısı tozu
Mide burkulması otu

Yapılışı:
Heyecan ve çocuksuluğu coşuncaya kadar iyice çırpın. Öyle bir noktaya gelmeli ki, mutluluktan yerinde duramamalı. İşte tam bu esnada, biraz umut yaprağı ekleyip kıvam kazandırın ki kontrolden çıkmasın.
Ardından bir tutam aklıhavada çiçeğini ellerinizle ufalayıp karışımı renklendirin. Bu noktada çok eğlenceli bir hal almalı, hafif bir baş dönmesi, etrafınızda kelebekler uçuşması hissi yoğunlaşabilir, tadını çıkarın.
Hemen üzerine kalp çarpıntısı tozu ile mide burkulması otunu serpin. Aman dozuna dikkat edin, kararında olduğunda bundan daha tatlı bir karışımı hayal bile edemezsiniz.
Şimdi karışımınıza aşk iksirini ekleyin ama bu kısım çok önemli. Öncelikle tüm kalbinizle hareket etmelisiniz, yavaş yavaş, sabırla, özenle ve gerçek anlamda emek harcayarak...
Evet, artık aşk hamurunuzu zamana atabilirsiniz, derecesini ise siz çok iyi bildiğiniz için belirtmiyorum. O pişerken göreceksiniz ki siz sevdikçe büyüyecek, serpilecek ve kıvamını bulduğunda yine sadece siz bileceksiniz ...Ona doyamayacaksınız...

Yanlış anlaşmalar enerji kaybı değil de ne?


Yanlış anlaşılmayı sevmiyorum. Ben söylemek istediğini direkt aktaran bir insanım. Aklımın arkasında farklı fikirler olup da lafı eveleyip gevelemeyi, yokken var, varken yok demeyi beceremem. Tercih etmem.
Ancak iletişim gerçekten zor zanaat. Ne kadar eğitimini de alsan, bazı yerlerde, bazı zamanlarda, bazı insanlarla konuşurken bakıyorsun karşındaki bambaşka manalar yüklemiş konuşulanlara.
Dilim yandığı için yazıyorum.
Hemen herkesin de başına geldiği için paylaşıyorum.
Bu hadise beni rahatsız ediyor ne yalan söyleyeyim.
Hani kötülük düşünsem, tam da karşımdakinin çıkardığı anlamı ifade etmek istesem (yani doğru anlaşılsam) içim yanmayacak. Hiç demek istemediğim, aklıma bile gelmemiş olan garip sonuçlar çıkarılınca mutsuz oluyorum.
Ve şimdi yazarken fark ettim de, ifade ve mimikler konusunda yanlış mesajlar veriyor olabilirim zaman zaman ama eğer bir kimse diğerini dikkatli dinliyorsa, art niyetsiz yaklaşıyorsa, konuşulanlardan anlatılmak istenenin dışında mesajlar çıkarmaz. Üzgünüm ama durum gerçekten bu dostlar.
Dolayısı ile bundan sonra kendimi de gözlemleyeceğim ve bakayım aşırı hassas davrandığım durumlarda karşımdakinden önce benim aklımdan neler geçiyor...
Hodri meydan!

Alaçatı'ya kök salmak güzel...


Alaçatı bizim Hakan'la tanıştığımız yer. Rüzgar sörfüyle de tanıştığım yer. Dolayısı ile hem duygularıma hitap eden adamı bulduğum hem de adrenalin sevdamı giderebileceğim yeni bir kaynağa ulaştığım çok özel bir nokta.

Ege'nin serin sularının, insanı hoşça sersemleten rüzgarının ve her daim bir şekilde huzur veren havasının beni en çok etkilediği güzel köy...

Hakan'la tanıştığımızdan beri hayalimizdi o köye bir adım atabilmek, daha doğrusu bir ayağımızı orada bırakacak kadar kök salabilmek.

Aradan dokuz yıl geçti, biz her gidişimizde umutla bu günün gelmesini bekledik. Her seferinde "olacak elbette, zamanı var ama olacak" dedik.

Her seferinde daha bir bağlandık, daha bir sahiplendik.

Hep daha da oralı olduk.

Döndüğümüzde hep oradan bahsettik.

Ve 3 gün önce tüm hayallerimiz gerçek oldu.

Evet 5 Şubat 2010'da, Hakan'la tanışmamızın 9. yılında Alaçatı'da bir yer edindik kendimize.

Biliyorduk bir gün olacağını, işte şimdi o gün geldi, çok mutluyuz!

Farklı bir hismiş bu.

Toprak-Hakan-Ben-Rüzgar Gülleri...

Alaçatı...

Yeni Yılda Kendinize Bir İyilik Yapın: Kendinizin Farkına Varın!


Herşey önemli ama biz kendimiz değiliz sanki. Çocuğumuz için, annemiz için, sevdiklerimiz için her türlü fedakarlığı yapmaya hazırız, yapıyoruz ve bu çok güzel ama ya kendimiz? Eğer biz olmazsak onlar da olamazlar ki...Bunu unutuyoruz...

Bu bencillik değil, kesinlikle bencillik değil! Bu değerini bilmek, kendine değer vermek. Eğer kendimize değer vermezsek sağlıklı olamayız, ne fiziksel ne de ruhsal açıdan. Bunu kabul etmekle başlıyor herşey.

Bizler birer makine değiliz, biz insanız; duygularımız var, işleyen hem de müthiş bir mekanizmayla işleyen bir vücudumuz var, sınırlarımız var, ihtiyaçlarımız var. Somut olmak gerekirse, sağlıklı beslenmeye, sağlıklı bir vücuda, sağlıklı bir beyne, sağlıklı sevilmeye ve sevmeye ihtiyacımız var.

Bunların her biri için çaba sarfetmemiz gerektiğini fark etmeliyiz.

Ama herşeyden önce kendimizi fark etmeliyiz, anlamalıyız, dinlemeliyiz. Fark etmek, anlamak ve dinlemek. Kendimizi. Bunları tekrar tekrar yazıyorum, çünkü satırları hızlıca geçip “evet, bildiğimiz şeyler yine” demeye öyle alışmışız ki, belki tekrar edersem bir nebze olsun yavaşlatır ve kelimelerin anlamlarını düşündürebilirim diye uğraşıyorum.

Şimdi yavaş yavaş devam ediyoruz; kendimize bu yazıyı içimize sindire sindire okuyacak kadar zaman tanımaya ihtiyacımız var. Bunu bütün kalbimle söylüyorum. Kendinizin farkında mısınız? Siz nelerden hoşlanırsınız?

Sizi mutlu eden şeyler neler? Bunları yapıyor musunuz? Peki, neyi neden yaptığınızı biliyor musunuz? Son zamanlarda neden bu kadar duygusal, hassas olduğunuzu ya da kızgın, ya da gergin ya da saldırgan, ya da tahammülsüz...

Bunların gerçek nedenlerini biliyor musunuz? “Gerçek nedenler”den bahsediyorum, kendimize uydurduğumuz bahanelerden değil. Kolayına kaçmaktan bahsetmiyorum, yüzleşmekten bahsediyorum. Bunu yapmak için kendimize zaman ayırmaktan, kendimizi dinlemekten bahsediyorum.

Peki, neden bir süredir sürekli mideniz ağrıyor? Neden başınız ağrıyor? Neden kendinizi yorgun ve bitkin hissediyorsunuz? Bunların gerçek nedenlerini düşünmeye ne dersiniz? Herşey bir yana, vücudunuz size sinyaller gönderiyor, ve diyor ki “Ne olur, biraz da içine dön ve kendine ne yaptığına bak”, dinliyor musunuz?

Tabii ki dinlemiyorsunuz, onun sinyallerini ilaçlarla etkisiz hale getirmeye çalışıyorsunuz belki de. Ama dikkat. Size kendini fark ettirmek için daha büyük bir sinyal gönderebilir...

Hiç bir şey için geç değil. Şimdi bu yazıyı okuduğunuza göre kendiniz için küçücük de olsa bir iyilik yapın ve bugün on dakikayı kendinize ayırın. Ne yaptığınızı, nereye koştuğunuzu bir düşünün, birazcık dinleyin iç sesinizi.

O tarafsız, ve sadece sizin ruhunuzun en derinlerindeki isteklerinizi, arzularınızı size ulaştıran bir elçi. Onu dinleyin. Ne kadar doğru bir şey yaptığınızı anlayacaksınız, hem de çok kısa bir süre içerisinde.

Ve, ne zamandır ertelediğiniz bir şeyi bugün yapın. Sadece yapın. Bahanelerle geçirdiğiniz bunca zaman yetmiş olmalı, şimdi sadece yapın lütfen. Size ne kadar iyi geldiğini göreceksiniz.

Sağlıklı ve mutlu günler dilerim...

Her Yer Ayrı Bir Hikaye...

Oldum olası severim ben gezmeyi tozmayı. Akşam iş dönüşünde bile ne kadar yorgun olursam olayım bir yerlere gidilecekse hemen toparlayıveririm kendimi ve düşerim yollara, hiç üşenmem.

Sanırım bu yüzden Hakan'la kesişti yollarımız. O da oldum olası pek sever seyahat etmeyi...

Bizim için, evlendikten sonra daha planlı hale geldi bu geziler, çünkü ikimiz de yoğun bir tempo ile çalışıyoruz ve ortak zamanlarımızı iyi bir planlama ile tatillerle doldurabiliyoruz ancak.

Gezdiğimiz yerler bizim motivasyon kaynağımız, hayat enerjimiz, tadımız, tuzumuz...

İnsanın harcama alışkanlığını da çok olumlu etkiliyor geziler bence, gereksiz bir sürü ıvır zıvır, evde olup eskimediği halde defalarca değişen mobilyalar, aksesuarlar, moda diye alınan ama bir kaç kez giyilip kenara atılan tüm eşyalar, ayakkabılar, çantalar yerine, bir ömür boyu kalbimizde taşıyacağımız şehirlere, kasabalara, mekanlara, kültürlere açıyoruz kendimizi.

Her gezi ayrı bir hikaye, hepsinde ayrı bir tebessüm, ayrı bir heyecan, ayrı bir mutluluk tabii ki. Hele içinde ben olunca, en sıradan gezi bile bir hikayeyle sona eriyor.


Burada gezilerimizi ve hikayelerimizi yazacağım. İçine hissetiklerimi ekleyeceğim, biraz da "özel"lerden seçmeler...Belki birilerinin hayatında birşeyleri tetikler, daha mutlu olmalarını sağlarım, kim bilir?

EGEM, AŞKIM, DELİ MAVİM ve TaHu CENNETİ...

Engin denizler, serin sular, mavinin ve yeşilin birbirine karıştığı anlar...Bir gulet, ahşabın kokusu üzerinde, yelkenleri göğe doğru kuğu gibi uzanmış, rotasını Hisarönü olarak belirlemiş, sükunetle ilerliyor Marmaris kıyılarında...
Limandan ayrılalı iki buçuk saat olmuş, hala şehrin tozu pası var üzerimizde, aklımızda, fikrimizde. İlk uğrak yerimiz Bozukkale. Kaptanımızın koya demir atmasıyla biz tekne sakinlerinin suyla buluşması bir oluyor. Ege’nin deli mavi denizi bize kucak açmış, ne bir dalga ne bir kapris; sıcaklığını da öyle bir ayarlamış ki ne soğuk ne de sevimsiz...İyi ki palet ve şnorkelleri almışız yanımıza, denizin dibi ne hoş, ne derin, ne kadar zengin.
Yüzmek çok iyi geldi! Yavaş yavaş kopmaya başladım şehirden ve onunla ilgili herşeyden, herkesten. Deniz, suyun huzurlu sesi, doğa, yumuşacık rüzgar, batmakta olan güneş, tekneden gelen cılız müzik ve ben...Yaşıyor muyum sahiden?
Geceyi burada geçiriyoruz. Muhteşem bir akşam yemeği, ardından tatlılar, meyveler ve sessizlik, sessizlik, sadece deniz, gökyüzü ve biz ve bir de sessizlik...Güvertede uzanıp gökyüzünü seyre dalmak bu kadar dinlendirici olabilir mi? Böyle bir dinginlik hali nasıl anlatılır? Doğal olarak gelişen bir meditasyon ortamı. Sükunetin zaferi...
Bir sonraki gün sabah erkenden denizin içinde başlıyor. İlk günün yorgunluğu tamamen gitmiş. Sulara değdiğin anda boyut da değiştiriyorsun adeta. Burası dünya değil, burası bildiğimiz bir yer değil, burası TaHu cenneti...Ben buldum bunu: Tarifsiz Huzur.
Tuğla Koyu’na doğru ilerliyoruz. Rodos ve Simi adalarına el sallıyoruz geçerken. Onların selamını alıyoruz. Aynı ilk günkü gibi herşey. Burada zaman kavramı ortadan kalkmış durumda. Anlar var. Sadece anlar. Tuğla Koyu’nu yaşıyor, içimize çekiyor ve devam ediyoruz. Şimdi de Yeşilova Koyu’na geldik. Bir ritüel adeta. Çok güzelmiş burası...Gece de denize girdik. Karanlığın hiç bu kadar nazik, bu kadar davetkar olacağını düşünmemiştim ama atıverdim işte kendimi kollarına.
Tavşanbükü Adası ile Kızıl Adanın ortasındaki koya geldik. Bozburun Köyü ne sevimliymiş. Ondan da biraz aşk biraz huzur aldık. Çıkınımıza kattık. Rotamız Kargıcık Koyu, sonra Bencik, ardından Orhaniye ve Serçe Koyu...
Selimiye’de acemborusu, begonvil ve zakkuma hayran kalmışız. Renk cümbüşünün başdöndürücü güzelliği ile dönüş yoluna geçtiğimizin farkına bile varmamışız. Bir de bakmışız Kadırga Koyu’ndayız. Mavi yeşile, yeşil maviye dönüyor, dalgalar bize, biz dalgalara söylüyoruz şarkımızı, ağustos böcekleri Berlin Filarmoni’ye taş çıkartacak bestelerle meşgul, doğa ona sağladığımız uyumdan memnun...
Hayatımızın ilk mavi yolculuğunda kendimize dönmüşüz, içlerimizi açmışız, gönlümüzü hoş tutmuşuz, herşeyi boşvermişiz...Size de Ege’den bir tutam sevgi, bir tutam sağlık, bir tutam mutluluk getirmişiz!