Hayatta herşeyi planlamak mümkün olamayabilir

Hamilesin.
Yıllarca ertelediğin, zaman zaman "çoçuk yapmasam" dediğin, özgürlüğün kısıtlanacağı için deli gibi korktuğun için her seferinde bahaneler bulup kafandaki "bebek" düşüncelerini savuşturduğun halde, gün geldi, bebeğin olacağını öğrendin.
Planladığın bir şey değildi.
Eskisi gibi, hamilelik fikrine tamamen karşı olmadığın bir döneme denk geldi.
Belki böyle bir dönem olduğu için hamile kaldın zaten.
Ne fark eder, oldu işte.
Pek çok kişinin başına gelen, senin de başına geldi.
Belki pek çok kişinin de başına gelemeyen...

İlk tepkin neydi?
Pek bir şey hissetmedin.
Şaşkındın.
"Eee, ne var yani, tamam, olabilir" dedin.
Üzerinde pek düşünmemeye çalıştın.
Yine de eşe dosta haber verdin.
Biraz havaya girmeye çalıştın.
Biraz.
Tam olamadı.

Hakan çok heyecanlandı.
Çok mutlu oldu, havalara uçtu.
O mutlu olduğu için sen de mutlu oldun.

Babasının vefatından sonra "Babam benim de bebişimi görseydi" dediğinde için burkulmuştu ya, hatta bebiş fikrine biraz da o yüzden yaklaşmıştın ya, işte olmuştu...

Sonra, neyse ki çok sıkıntı çekmeden geçmeye başladı aylar.
Şeklin pek değişmedi, neredeyse 24. haftalara kadar.
İş tempon aynı, sosyal tempon aynı, stres ve sinir durumların aynı, trafikte geçen zaman, harala gürele derken...
30. haftalara vardığın günlerde,
aniden,
"ta ta ta taaaaaa", 
koskoca bir uyarı!
Mina'dan!!!
"Anneeeee, geliyorum bak!!!"
...
...
ilk tepkim: kulak asmamak,
hafife almak,
"olur, geçer..." yaklaşımı;

sonra doktorla diyaloglarımız,
...
oooo, durum ciddi,
"geliyorum" diyen, süreci başlatmış,
ipler o tarafta,
biz ne oluyoruz bu durumda?
...
uymak zorunda olan,
şartlara,
beklenmeyen, hiç planlanmamış, hatta hiç akla gelmemiş olan yeni şartlara...

algılamak bir kaç gün sürüyor, 
bu arada pek çok arkadaş dinleniyor,
herkesin anlatacak bir hikayesi var,
herkes ilgili, hassas,
herkes konuya aşina,
devamında olabileceklere de...

doktor ciddiydi.
"tempo bitti" dedi.
38 yaşı hatırlattı.
erken doğum riski başladı.
gerekirse hastaneye yatırmak,
bebeğin ciğerlerinin gelişmesi için iğne yapmak,
istirahat, istirahat, 
her an herşey olabilir, "dikkat dikkat"
...
doktor ciddi...
dostlar ciddi...
Hakan çok ciddi...

herşey senin planladığın gibi olmuyor hayatta,
direnmeyi bırakmak,
alışmak lazım yeni şartlara;
hamileliğe direnmek de çocukça,
farklı bir süreç,
kondisyonlar bambaşka,
yeni bir aşama...
değişecek olan şartların akışına sevgiyle bırakmak zamanı kendini...
sevgiyle, kabullenişle...

kolay olmuyor bu geçişler yine de...

Mina'mıza... 

Tam benlik bir iş!

İşyerim taşınıyor.
Anadolu yakasına, Kavacık'a.
Yepyeni bir ofis binası.
Tertemiz.
Aydınlık, içaçıcı!
tebdil ve ferahlık durumu anlayacağınız...
...
Geçen yıl 30 Kasım'da başladım burada biliyorsunuz.
Tam benlik bir iş yapıyorum.
Onca yıldır edindiğim tüm tecrübeleri, birikimleri, gördüklerimi, yaptıklarımı ve yapmayı sevdiklerimi, ilgi alanımdaki konuları ve karakter özelliklerimi bir bütün olarak değerlendirebildiğim bir iş.

Ve hayatımda çalıştığım en müthiş yönetici.
Bir gram abartmıyorum.
O kadar saygı ve sevgi duyuyorum ki anlatamam.
Müthiş güvendiğim bir insan.
Özü sözü bir.
Çok yükseklerde ama sıfır ego.
Hayatı belli ki hissederek; düşünerek, hazmederek yaşamış, yaşıyor...
Olgunluk tanımını bütünüyle dolduran biri.
Engin, bilge, bir o kadar duygusal, bir o kadar, iş hayatında "insan" olduğumuzu unutmamayı başarabilen çok özel bir insan.

Diyorum ya, daha önce ne birlikte çalıştığım ne de etrafımda gördüğüm, tanıştığım hiç bir lidere benzemiyor.
Tanışmadığınız sürece "yoktur böyle bir profil" diyeceğiniz, filme konu olsa "ancak filmlerde olur" diyeceğiniz cinsten.
Öyle şanslıyım ki, onunla yakın çalışıyorum.
Her gün, her yeni gün, yeni bir şey öğreniyorum ondan, hayata dair, yaklaşıma dair, kendim olabilmeye dair.

İş hayatımın bir yerlerinde ona rastlamış olmak ne büyük mutluluk!

Aksi halde, işlerin böyle güzel bir yüzü olabilceğini hiç bilemeden geçirecektim onca yılı.
Birçoğumuzun halihazırda geçirdiği gibi...

İş üzerine epey yazıp çizdim.
İşteki insanlar, ilişkiler, robotik yaklaşımlar, mekanik iletişimler,...üzerine...
"kübikıllarda geçmez hayat" dedim.
"insan sevdiği, istediği, yeteneklerine uygun işi yapmalı, ama çok zor,..." dedim.

Kolay değil gerçekten. Söylediklerimin hepsi yaşanmış.

Ve şimdi güzel bir yaşanmışlığı paylaşıyorum.

Vazgeçmeden doğru olanı aradığın sürece, önüne çıkan uygun olmayanlara şans vermediğin ve yılmadan arayışını sürdürdüğün, kararlı olduğun sürece buluyorsun işte istediğini!

Ama önemli olan:
gerçekten ne istediğine karar vermek,
ne istemediğin konusunda da net olmak - önüne çıkan fırsatları değerlendirmende,istemediklerini elemende yardımcı olur,
bu konuyu güvendiğin insanlarla konuşmak,
kendini ve ne istediğini anlatabildiğin kadar çok insana anlatmak - bu fırsat alanını genişletecektir -
ve umudunu ASLA yitirmemek!

Yakın çevremle bir süredir ilgiyle paylaşıyordum bu konuyu, yazmak iyi geldi...

sevgiyle kalın!

Elif'in 40 yaş partisi!

.... geçen yıl yazmış ve bir şekilde yayınlamayı atlamışım; görünce hemen yayınlayayım dedim: (yazarın notu :))

Dün çok anlamlı bir 40 yaş partisi vardı, bizim Elif'in.
İstiklal Caddesi'nde Chef's İstanbul'a gittik Elif'in yaklaşık 2 hafta önce duyurduğu programı takip ederek.
14 kişiydik.
Bir grup yemek pişirdi, diğer grup pasta yaptı.
Böylece kendimiz pişirip kendimiz yedik afiyetle. Sonrasında da doğum günü pastasını üfledik. Onu da yedik hapur hupur.
Elif'in ablası Sedef, bize taaa nerelerden şarap ve peynir çeşitleri getirmişti, abartmıyorum tam 1 bavul dolusu! Gerçekten 1 bavul!
Ben gecenin sonunda içtiğimiz Lychee (Liçi=Kral Meyvesi) Köpüklü Şarabı'na bayıldım! Meyvenin o hoş aroması nasıl yakışmış anlatamayacağım.
Birbirlerini tanıyan ve tanımayan bir dizi insan çok hoş vakit geçirdik birlikte.
Tadı damağımda kaldı...
Nice mutlu 40 yaşlara Elif'ciğim!

Biraz Hakan'dan biraz benden

Dun aksam Nisantasi'nda dolanirken bir eczaneye girip gebelik testi aldik. Bir suredir bebek konusunda ben de olumlu dusunmeye baslamistim. Hakan yillardir basimin etini yiyordu 'ne zaman baba olacagim' diye, ben de 'cok yakinda' demekle yetiniyordum. Sanirim son 7 senemiz boyle gecti :)
Bir gun bizim ufaklik sorarsa 'neden beni bu kadar gec dogurdunuz?' diye, iste sebebi...

Neyse, konunun nereye gelecegi belli oldu. Efendim durum su ki bizim Alacati'daki bayram tatilimiz meyvesini verdi ve bendeniz, Hakkus beyefendi ile, sabah yaptigimiz test sonucunda, 8 aylik bir yolculuk sonrasinda kucagimiza bizden birsey alacagimizi ogrendik.

Testi dogrulamak icin hizlica evimizin yakinindaki Florence Nightingale hastanesine gidip bir de kan testi caktik ve bir kac saat sonra, ayni sonucun hAberini aldik.

Saniriz 1 aylik :)

Heyecan var, ama daha cok saskinlik...

Ne sansliyim, kocisim bana harika bir tepside peynir, domates ve zeytinle birlikte ihlamur getirdi.

Aylardan Aralik, gunlerden Pazar, ve biz Kemerburgaz'daki evimizde, az once annelerimize mutlu haberi verdik. Hepsi buradaydi: ikimizin de anneleri, Sinos'um, agabeylerimiz, Handan ve Naz...

Hic beklemeden tum dostlara da haber verdik.

Tum gun telefon trafigi...

Guzel gunler...

Sevgiler,

4 Aralik 2011

Ekim sonunda Alacati

Alacati'dayiz!
Ekim 2011, kendi evimizde kaliyoruz artik. Ruyalarimiz gercek oldu, Alacti'daki evimiz bu yaz sonu bitti ve artik icinde yasar olduk. Haftasonlari kacip kacip geliyoruz buraya.
Hakan da ben de cok huzurlu oluyoruz buradayken.
"nefes almaya gidiyoruz" diyerek geliyoruz buraya.
Cogunlukla Cuma aksamindan ucuyoruz, bir anini bile kacirmak istemiyoruz, icimize cekerek, duyarak, hissederek yasiyoruz.
Burasi Alacati diyorum!
Mutlulugu kokune kadar yakaladigim yer, kendim oldugum, en sevdigimle basbasa kaldigim yer!
Simdi Alacati klasigi Agrilia'dayiz.
Enfes bir lomo filetoyu indirdim mideye :)
Hakkus da mantolu tavuk yedi. Tavuk yiyebildigi tek yer burasi canimin.

Bugun evimiz icin bir kac sey yaptik.
Perdelerimizin siparisini verdik.
Yarim ton da odun aliyoruz!!! Sominemizi tam randiman kullanacagiz cunku havalar sogudu artik!!! Gunduz gunesli ve 20 derece civarinda olsa da evin ici serin artik. Klima pek yeterli olmuyor isinmak icin, ev tas ve surekli yasanmadigi icin sanirim, genel bir serinlik var.

Yarin aksam donuyoruz, cunku haftaya is var amaaaaaaa Cum yine geliyoruz cunku Bayrammmmm tatili var, yuppiiiiii desemmmm!!!

Bugun sominenin onunde bir kac fotografimi cekti Hakan, eger yillar sonra bu fotograf hala kalmis olursa, ve gorursem umarim hatirlarim cekildigi ani :))) neden mi?
Cunku
Hakan fotografimi cekerken icimden "bu ani hatirlayacagim" diye gecirdim...
Evimizde, yepyeni evimizde, hayalimizin icinde, sominemizin onunde ne kadar mutlu oldugumu hatirlamak istedim...

Alacati!!! Seviyorum seni!

Sonbahar
Ask
Tutku
Dostlar
...

Nokta...

21 Temmuz'da bu yazımdan önceki son yazımda Hakan'ın babasının hastalığını yazmışım.
Bugün 6 Ağustos'ta, babamızı 1 Ağustos 2011 Pazartesi günü kaybettiğimizi yazıyorum.
Hayat, zaman, pamuk ipliği, kopma anı...
Boşluk,
Siyah,
Yalnızlık,
Bitti,
Nokta.

2011 yılı Ramazan'ın ilk günü aramızdan ayrıldı babamız, Kara Memet.

O gün içimde tuhaf bir sıkıntı ile gittim işe.
Duvarlar üstüme üstüme geldi sanki odamda.
Nefes alamadığımı hissettim.
Öğle yemeği vakti kendimi zor attım plazadan dışarı.
Yemek yedim, keyifsiz, isteksiz.
Dönmek istemedim ofise.
Her zamankinin aksine yalnız kalmak istedim.
Kalktım masadan, Kanyon'a gidip bir kahve aldım, oturdum bir köşede.
Kimseyi görmek, kimseyle bir şey konuşmak istemedim.
Oturdum dalgın dalgın.
Sonra döndüm ofise.
Oturdum yerime, telefonum çaldı, arayan Koko...
"...Hakan koşarak çıktı ofisten, babasına bir şey mi oldu?" diye soruyor telefonun diğer ucunda.
"Bilmiyorum, hemen arayayım..."
Arıyorum Hakan'ı, telefonu meşgul.
Uğur'un da, Tayfun'un da...
Aysel annem de meşgul, çıldıracağım!
Nur cevap vermiyor.
Nihayet Handan'a ulaşıyorum, soruyorum, gayet sakin "Şimdi geldik Çınarcık'tan, annemleri eve bıraktık, biz de yeni girdik eve, merak etme, bir şey yoktur..."
"Bir evi arayayım içim rahat etsin" diyorum ve kapatıyorum.
Evi arıyorum, çığlıklar, bağırışlar...
Anlam veremiyorum, yanlış mı çevirdim?
"Aysel Hanım'ı arıyorum..." diyorum çekine çekine telefondaki bayana,
meğer konuştuğum oymuş, Aysel annem, bağıran, ağlayan da o...
"Benim kocam öldü... ... ..." bağırıyor, tekrarlıyor,
kapatıyor...
...
...
Her yerde polisler var.
Evde cam kırıkları.
Yerlerde ...
matem...
acı...
...
Hakan'ı düşünüyorum,
üzülmesini istemiyorum,
onu çok sevdiğimi,
üzerine titrediğimi,
onun için endişelendiğimi...
...
gördüklerini nasıl kaldıracak?
nasıl dayanacak yüreği?
nasıl atlatacak?
...
içim çok acıyor.
derinlerde bir yerler
öyle derin ki,
o kadar daha önce oralarda öyle bir yerler olduğunu
bilememişim sanki...
...
bugün varız
yarın yokuz
bir an varız
bir an yokuz
...
bu kurgu karışık geliyor
film olabilir mi?
rüya mı yoksa?
sonunu değiştirebilir miyim?
uyanabilir miyim?
...
bastonu orada,
pencerenin yanındaki koltuğa oturmuş Hakan,
bastonunu eline almış babasının,
sanki babasının gözleriyle uzaklara bakıyor;
orada otururken babası nereye bakarsa oraya,
neler düşünür, aklından neler geçirirdi acaba?
bastonuna yaslanır mıydı böyle?
...
gitmeden önce neler geçti aklından?
Hakan'ı düşündü mü?
ona söyleyecekleri var mıydı?
...
Hakan'ın "çukulata babası"
Babasının "has oğlu"
...
nur içinde yatsın...

Hakan'ın babası için...

Yaşlılık zor şey.
Hakan'ın babasının hastaneye kaldırıldığını haber vermek için aradıklarında çoktan uykuya dalmıştım.
Önce Hakan'ın telefonunun sesini sonra hararetli hararetli konuşmalarını duydum.
Uyku sersemi tam açamadıysam da gözümü, yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu idrak edene kadar ayılmaya çalışarak dikkatimi Hakan'ın söylediklerine verdim.
Saat geceyarısını geçmişti.
Hakan'ın Yalova'ya babasının yanına gitmesi gerekiyordu.
Çağırıyordu çünkü.
İyi değildi durumu.
Belki oğlunu bir daha göremeyecğini düşünüyordu o sırada babası kim bilir?
Canıyla mücadele ediyordu.
Yaşam savaşı dedikleri şey.
Tatlı kocişim telefonu kapattığında, benim de gözlerim açılmıştı.
Yüzü öyle endişeli, bakışları öyle hüzünlüydü ki.
O halde bile, "ben gidersem şimdi sen nasıl yalnız kalırsın?" diye benim için tasalanıyordu.
Hemen doğruldum.
"Haydi" dedim, "gidiyoruz".
Bir daha göremeyebilirdik.
hatta, biz gidene kadar da dayanamayabilirdi.

Hayat bazen, özellikle de böyle anlarda ne tuhaf bir hal alıyor.

Herşeyin aslında pamuk ipliğine bağlı olduğunu anlıyorsun.

Elinde değil. Yetişemeyebilirsin, göremeyebilirsin.

O seni görmek için umutla bekler, ama nasıl hükmedebilir ki zamana? Nasıl belirleyebilir ki ne kadar yaşayacağını?

Hangimiz bilebiliriz?

Hiçbirimiz...

Aslında herşey bizim elimizdeymiş gibi görünse de, hiçbirşey bizim elimizde değil.

Soluk almak bile...

Ve hal böyle iken,

herşeyi bu kadar ciddiye almak niye?

...

Alaçatı'da, evimizdeyiz!

Ne diyorsun?
Geldik evimize işte.
Sokak kapımız var.
Bahçe kapımız yok henüz.
Oda kapılarımız yok.
Pencerelerimiz yerinde.
Bahçemizin yarısı olmuş.
Kalanı önümüzdeki günlerde...
En azından bahçe duvarlarımız var.
Duvarın öbür tarafında, komşu bahçede 2 ağacımız var-dı.
Bir köşede zeytin, öbür köşede adını bilmediğim, kocaman, yemyeşil bir agaç, bol yapraklı...
"Ne güzel"demiştim ilk sabahımızda, "şansımıza bahçenin iki köşesinden görünen 2 koca ağaç!"
Bugün bir geldik eve, o koskoca yeşil agaç gitmiş.
Komşumuz, aynı zamanda evimizin arsasını aldığımız Adem Amca kestirmiş ağacı.
Huysuz Adem.
Arsayı satana kadar çok tatlı bir dede iken, inşaat boyunca eziyet etti bize.
Şimdi de ağacı kesmiş...
Hakkuş bekliyor, devamı sonra...


heyyyy, bugün bizim evlenme yıldönümümüz!!!
ve Alaçatı'da kutluyoruz,
tanıştığımız yerde!

seviyorum kocişimi!

Yaz-Deniz-Rüya

Çıldırmak içten değil.
Yaz geliyor!
İstanbul yazın bir başka güzel.
Deniz kokusu sabahın erken saatlerinde aralık bıraktığımız pencerelerden girip burnumuzu tatlı tatlı okşuyor.
Tam o esnada mavi-yeşil rüyalara doğru yelken açıyoruz.
Bir kulaç atıyoruz, "oh", bir kulaç daha, ve nefes!
İşte bu enfes!
Biraz daha yüzüp sırt üstü yatıyoruz denizde, kollarımız iki yana açık; belki bacaklarımız da, ya da değil, bilemedim, ama yüzümüzü güneşe vermişiz; gözler kısık, kırpıştırdıkça ışıkla eğleniyoruz...
Dinginlik hissi...
Suyun insana kendini tüy gibi hafif hissettirmesi...
Derin bir nefes,
ve işte iyot kokusu...
gözler kapanınca, herşeyden kopma hali...
yüzdeki gülümseme o kadar kendiliğinden gelişiyor ki, mutlu olmamak içten değil!
yalnızlık, ama suya ait olma hissiyle giderilen "tam"lık duygusu...
kalp-beden-ruh ilişkisindeki uyuma, zihnin karşı koyamadan teslim olması...
deniz kokusu
penceremden içeri girdiğinde
bunları hissettim.
ben mi deniz oldum, deniz mi ben bilemedim.
ne önemi var ki?
belki de deniz kokusu rüyaydı
belki şu anda rüyadayım ve
uyurken gerçekleri yaşıyorum...

Mutluluk içimizde!

Mutlak mutluluk mümkün, frekansı yakala!
Acaba koşulsuz şartsız mutlu olmayı başarabilen insanlar var mı? Varsa, sürekliliği de sağlayabiliyorlar mı bu ruh hallerinde? Peki, nasıl bir çevrede yaşıyorlar? Ne tür işlerle uğraşıyorlar? Hayatlarını nasıl yaşıyorlar? Asıl soru şu: “Mutlak mutluluğu nasıl yakalamışlar? Nasıl koruyorlar?”
Acaba bilgelik diye bahsedilen şeyler bunlar olabilir mi?
Bazen bu konu üzerinde düşünürken veya birileriyle sohbet ederken, diyorum ki, “İnsanın hayatında belirli anlar var; bu anlarda her zaman yaşadığı frekansın üzerinde bir yerlere erişiyor, bakıyor orada daha çok hava var, daha çok enerji, daha büyük bir özgürlük alanı…”. Bilinçli bir geçiş değil bu. Yani, içinde bulunduğu an ile bu diğer anlara yolculuk istem dışı bir şekilde, kendiliğinden gelişiyor… Herkesin başına gelmiştir bu tarif etmeye çalıştığım durum, belki anlamlandırmıştır, belki de üzerinde durmamıştır, farkına varmamıştır.
Bana geçenlerde işe giderken oldu. Sabah, araba kullanıyorum. Oturduğumuz yerden ana yola çıkmak için kat ettiğim 11 kilometrelik uzun, sakin, yeşillikler içindeki yolda gidiyorum. Güneş karşımdan vurmuş yüzüme, gözlerimi kısmış, güneş gözlüğü takıp ışığı geri çevirmek istememişim, aydınlığın tadını çıkarıyorum, sabahın ilk ışıklarına gülümseyerek karşılık veriyorum. O an, her şey çok mümkün görünüyor, hayat çok basit, her şey “yapılabilir” konumda, “yaşamak müthiş bir şey” düşüncesi içimi enerjiyle doldurmuş, havada adrenalin var… Sınırlar yok, duvarlar yok, ketler yok, koşullanmışlıklar yok, “hayır”lar yok, “yok”lar yok… Nefes almak mutluluk sebebi!
İşte o anı yakalayabildiğim başka zamanlar da olduğunu düşünüyorum. Farkına varıyorum, duyumsuyorum, özümsüyorum, anlamlandırmaya çalışıyorum. Ne yapsam da o anın içinde yaşamaya devam edebilsem hayatımı?
Bu yazıyı yazmak için masaya oturduğumda o andan çok uzaklardaydım. Ve emin değildim, o anı çağırıp ifade edebileceğimden… Ama oldu. İstediğim gibi hem de. Ve aslında bir çıkış buldum sanki o frekansa giden yolda. Hatırlamak, canlandırmak ve tabii ki benim iletişim yolumla “yazmak”… Belki bunu alışkanlık haline getirebilirim. O zaman, bir süre sonra kendiliğinden bulur yolunu, hayat tarzım olur, düşünme biçimim olur, içime işler ve mutlak mutluluğa ulaşırım.