Ortaya karışık

Ve olduğu gibi bıraktı kendini.
Ne düşündüğü umurunda değil.
Hayatın kısa olduğunu,
Zamanın hızlı aktığını,
Dostlukların seyrek olduğunu biliyor.
Gözlerindeki parıltı kaybolmadı.
İçindeki enerji azalmadı.
Hissediyor.
Gülümsüyor.
O yanındayken mutlu.
Bir yerlerdeyken de öyle.
Hayatın kısa olduğunu biliyor.
An önemli.
Şu an.
Ve her an
olabilecekler...

Yine liseden bir bağlantı...

Geçenlerde lise yıllarımdan bir anımı yazmıştım.
Üniversiteyi kazanmak, vs ile ilgiliydi.
Beni kıran bir arkadaşımdan bahsetmiştim yazıda.
Benim için o zamanlar değerli olan bir arkadaşımdan, erkek arkadaşımdan.
Babasını kaybetti geçtiğimiz hafta.
Üzüldüm.
Çünkü lise yıllarına gittim usulca bu haberle birlikte,
babasıyla tanışmıyor olsam da, konuşmalarımızda hep yer aldığı için, sanki hep tanışıyormuşum gibi hissetmişim meğer.
Üzüldüm, hüzünlendim.
Cenazeye gitmedim.
Belirli bir sebebi yok doğrusu.
İlk duyduğum anda vefatı, hemen cenazeye giderim diye düşünmüştüm.
Ama gitmedim.
Bir sonraki gündü cenaze.
Aklıma gelmedi, bir sonraki gün olduğunda.
Aklıma geldiğinde de geç kalmıştım.
Demek gerçekten gitmek istememişim.
...
Geride kalanlara sağlık ve sabır diledim telefon açıp ona.
Tam 18 yıl sonra ilk defa duyduk birbirimizin sesini.
Anladım ki büyümüşüz.
Sesi büyük adam sesi gibi geldi.
Gibisi yok ki, büyüdük tabi.
Dile kolay aradan çok yıllar geçti.
...

Geçmişten bir dümbelek!

Dün gece sinemaya gittik. "Prince of Persia"
Sevdim çekimlerini.
Herhalde dedemin İran kökenli olması nedeniyle de ilgiyle izledim filmi, o zamanki hayatı bir nebze olsun hissedebilmek için. Aman ne ihtişam.
Sinemada 25'li yaşlarda iken hayatıma giren ve bir kaç ay kalıp dengemi bozan sonrasında da defolup giden zatı muhterem Ertuğrul gelip tam bir önümdeki sıraya oturmaz mı!
İçim sıkıştı.
Onunla geçirdiğim kısıtlı süredeki salaklığım geldi aklıma.
Bir anda, o günlere ışınlandım sanki.
Üstü açık arabası ile geceyarısından sonraki saatlerde Boğaz Köprüsü'nden geçtiğimiz gece hoştu doğrusu. Burcu'nun düğününden çıkmıştık. Burcu, benim üniversite hazırlık kursundan onun da liseden arkadaşı. Hatta tanışmamıza da Burcu vesile olmuştu zamanında...
Sonrasında ise, çocuğun bin türlü çarpık bakış açısı karşısındaki çaresiz çabalayışlarımla geçmişti aylar.
Ne gerizekalıymışım!!!
Şimdi ahkam kesiyorum ya herkese "Seni üzenden uzak dur, psikopattan kaç, vs vs", zamanında benim de bir vukuatım olmuş.
Neyse ki sadece bir tane.
Ayyy, sanırım üniversitede takıldığım ve benden 10 yaş büyük olan psikopatı da saymam gerekiyor.
O zaman iki çürük olmuş hayatımda.
Oh be, neyse ki sadece iki.
Ve şu anki hayatıma hiç bir yansıması, hiç bir etkisi yok!
Offf, nasıl oldu da doğru yolu buldum acaba?
Karşıma Hakan'ın çıkması bir şans mıydı? Yoksa,...?
Bilmiyorum?
Detaylar başka zaman.
Şu an bu durumda olduğum için mutluyum.

Hmmm, hemen lafımı bağlayayım.
Evet önümde oturdu.
Ve içim sıkıştı.
Ama iyi ki karşılaşmışım 10 yıl sonra.
Zamanında benim de bu alanda hatalarım olduğunu görmek içimi rahatlattı.
Bir de geride kalmış olduğunu bilmek.
Ya o insanla evlenmiş olsaydım?
Düşünmek bile istemiyorum.
:)

Gerçekten şu an beni çok mutlu ediyor.

Yanlışın en güzeli geçmişte kalan olsa gerek.
Bir de tekrarlanmayan!

O la la...
Dün akşam tiyatro ekibi ile Ortaköy Poisson'da idik.
Poisson Fransızca "balık" demekmiş.
Hoş bir balık lokantası.
Bembeyaz, iç açıcı.
Mezeler de güzeldi.
Ama en güzeli servis!

SE TU

İspanyolca kursu son sürat devam ediyor ancak ben geçen kurdaki hocamı Andres'i çok arıyorum.
Her kur, yeni bir hoca geliyor. Bu kurda da Raquel çıktı kuradan.
İyi, canlı, hoş ancak öğretme yeteneği çok düşük.
Ya da haksızlık etmeyeyim, benim adapte olabildiğim ve öğrenebileceğim bir formatta değil.
Yazmaktan çok konuşuyor.
Söylediklerinin bir kısmını anlıyorum, bir kısmını anladığımı ümit ediyorum (sonuçta telaffuza bağlı yanlış anlaşmalar her zaman olabilir çünkü daha emeklemeye bile geçmedik bence).
İlk iki kurdaki motivasyonum yok.
Geçen hafta Raquel'in bir işi vardı gelemedi. Yerine Alicia geldi.
"Aman tanrım!" dedim, "işte budur"
Walla dersin nasıl geçtiğini anlamadık.
Üç koca saat su gibi geçti.
Tadı damağımızda kaldı.
:)
Ne olacak şimdi?
Nasıl yapacağız da Alicia'yı devreye sokacağız.
No way :(
Bundan sonraki kurlarda karşılaşmayı ümit edeyim bari!!!

Asıl yazacağımı geçmiş neler anlatıyorum.
Geçen derslerden birinde Raquel Charlie Chaplin'in bir sözünü paylaştı. Şöyle: "Se tu e intenta ser feliz, pero sobre todo se tu"

Çok sevdim.
Anladığım kadarıyla diyor ki, "Mutlu olmaya bak çünkü sonunda herşey sende bitiyor"

Bunun içinde neler var?

neler yok ki:

kendini sevmek
mutlu olmayı istemek
iç huzuruna sahip olmak
yapabileceklerinin farkında olmak
yapamayacaklarının da :)
kendini bilmek
kendini kabul etmek her koşulda
dünyaya bir kere geldiğini bilmek
hiç bir şeyin o kadar uzun boylu dert edilmemesi gerektiğini anlamak
"basit" olduğunu bilmek herşeyin
o kadar basit
gülebilmek
düşünebilmek
düşebilmek
kalkabilmek
her koşulda mutlu olmayı başarmak
olmak
olmak
ve
sadece
olmak...

Ananişimle...

Dün ananişime gittim. Tatlım, tontonum.
Onunla oturup sohbet ederken aklıma "ananişi sevmek nedir?" sorusu takıldı.
Bir kaç şey sıralarken buldum kendimi:

1. Öyle "çok severim, aman da aman" demek yetmez, "fırsat buldukça" diyecektim ama hayır planlı olarak haftada 1 ziyaret etmek... Mümkünse daha sık.
2. Aşk-ı Memnu'nun özetini sabah komşudan dinlemiş olsan da sanki dinlememiş gibi ondan da dinlemek...
3. Neye ihtiyacı olduğunu sormanın dışında, sana söylemeyeceğini düşünüp bir şeyler almak giderken... Sürprizler yapmak...
4. Anlattığı güzel hikayeleri boş boş dinlemek yerine kulağını dört açıp kaydetmek, hatta yazmak...

Mesela dün bana, İranlı bir şairin hikayesini anlatıp sonra da "bunu belki yazarsın dergide..." diye hafif yollu rica etti. Ananişime bu blog olayını anlatmadım henüz, bir sonraki gidişimde laptop'ı yanıma alıp göstereceğim, o da böyle bir mecra olduğunu bilecek, belki daha çok hikaye anlatır o zaman...
Benimki gibi teknolojiye kafası müthiş basan bir ananeniz varsa, CD'ye kaydetmenizi de önerebilir yaptıklarınızı...:)))

Hikaye şöyle:

İran'lı meşhur bir şairi Şah huzuruna çağırır ve ondan kendisi için bir şeyler yazmasını ister. Ismarlama anlayacağınız. Şair de der ki "Ben ilham gelmeden, içimden gelmeden, öyle ısmarlama yazamam..."
Şah şaşırır, kızar da ve hemen zindana attırır şairi. "Ne cüretle karşı gelir koca Şah'a?"
Aradan zaman geçer, Şah düşünür taşınır, içine sinmez böyle bir yeteneğin zindanda çürümesi. Veziri çağırır, durumu anlatır, bir çözüm bulmasını emreder.
Akıllı vezir hemen cevap verir: "Bir çoban getirelim dağlardan, cahil mi cahil, koyalım yanına bu şairin, sonrasını bekleyin, kendi isteyecek çıkmayı..."
Nitekim, vezirin çözüm önerisi dikkate alınır.
Artık şair ve çoban birliktedir.
Şair şiirlerini duvarlara yazmakta, zaman zaman bağıra bağıra okumakta, çoban da bir köşede içli içli ağlamaktadır.
Şair çobanın bu halini gördükçe çoşar da çoşar. Şakır bülbüller gibi. Aşka gelir...
Bir gün çobana sorar, "Sen ne anlarsın da ağlarsın?"
Çoban içini çeke çeke "Valla dediklerinden bir şey anlamam, ama aşka gelip bağıra bağıra bir şeyler söylediğinde, ağzının hareketleri, sakalın bana dağdaki keçimi hatırlatır, onu özlediğimi hisseder, içlenirim..." der.
Şair bu cehalet karşısında kendinden geçip bağırmaya başlar, "Ey muhafızlar! Yetişin! Çıkarın beni buradan!!!"...

İşte ananişimin güzel hikayelerinden/ yoksa masallarından mı demeliydim? biri...

Cahillere benim de tahammülüm yoktur. Buradaki gibi masumane durumları kasdetmiyorum tabii ki.
Ama yine de unutmamalı, "insanın cahil dostu olacağına akıllı düşmanı olsun".
Cahiller manipule edilmeye açıktır, size zarar verebileceklerinin farkında bile olmadan yaparlar yapacaklarını...İş işten geçtikten sonra bile anlamazlar...

5. Onu oyalayıp mutlu edeceği için, ondan birşeyler istemek, mesela "bana bir kaşkol örsen, şal da güzel olur, aaa eldiven mi? ah çok ihtiyacım var ananişim, dışarıda satılanlar elde yapılanlar gibi olmuyor..."

Ben bir kaç yıl önce kameraya çekmeye başladım ananişimi. Kafkasya'dan Türkiye'ye geliş hikayelerini, çocukluğunu, gençliğini dinliyorum, kaydediyorum. Neler yaşamışlar...

...

devamı gelecek, ananiş hikayelerimin...

Banu'nun "Neden?" çığlıklarıma zilyonuncu cevaplarından biri...

Aşağıdaki yazıyı yazdıktan sonra hızımı alamadım ve sevgili dert ortağım, sırdaşım, akıl hocam Banu'dan yardım istedim. "Ne yapacağımı gerçekten bilmiyorum, ne olur bana fikir ver" dedim ona.
Bakın o da bana neler yazmış. Ancak sadece onun rızası olan kısmını paylaşabileceğim:

"Şikayet eden, sızlanan insan çoğunlukla yardım isteyen değildir. (çoğunlukla diyorum özellikle, çünkü bazen yardım isteme şekli bu da olabiliyor) Temelinde yatan neden ilgi görmek istemeleri oluyor. Bu klasik anlamda saçlarını okşa tadında bir ilgi olmayabilir. Ama sonuçta bu ilgi isteğini fark edilme isteği olarak da düşünebiliriz. Nasıl tanırsın bu kişileri, yani bu yaşam enerjisi emicileri: sen zilyon tane çözüm ürettiğin halde o hiç bir çözüm geliştirmez ve senin dediklerini de denemez. Gelir gider hep dert yanar.

İşin doğrusu şu ki sızlanan insana (yani sadece sızlanmak için sızlanan insana) kimse yardım edemez. Bunlar da bir tür duygusal vampirdir. Hatta karşılaşabileceğin en kötü vampir türü bunlar oluyorlar. Bu insana yapılabilecek hiç bir şey yoktur, orada terk etmek ve en kısa yoldan kendini kurtarmak gerekir. Çünkü bunlar uzun vadede seni yer bitirirler, yaşama isteğini sömürür, yerine bir karamsarlık, bıkkınlık ve umutsuzluk yani kısaca öğrenilmiş çaresizlik bırakırlar. Gördüğün ilk yerde bulaşmadan kaçmakta fayda vardır. Ama olur da kurtulamazsan onların yeni oyun sahası olursun ta ki tükenene kadar."

Çarpıcı değil mi?

Bundan sonraki yorumları benim için daha da vurucu :)
Resmen bir kopyasını alıp duvarıma asmak istiyorum ya da sürekli yanımda taşımak. Çünkü kendime sürekli hatırlatmam gerekiyor bu notları...

işte böyle...

Neden? Binlerce Kez Soruyorum Neden?

Anlamıyorum.
Bir insan neden hayatına sürekli yanlış adamları davet eder?
Şimdi kime göre yanlış?
Bana göre.
Bana göre yanlış olan ona göre doğru olabilir.
Tamam. Anlıyorum.
Ancak yanlış derken benim kast ettiğim, beraberken de giderken de üzecek cinste adamlar olmaları, kıymet bilmemeleri.
Ona göre doğrunun tanımı içerisinde "bu şartlara rağmen doğru" gibi bir şey yer alıyor olabilir mi?
Bir insan bile bile kendini üzecek seçimler yapar mı?
Her seferinde yapar mı?

Peki diyelim aşk hayatı kötü gidiyor.
Ya iş hayatı?
Psikologlar, birinden biri genelde daha iyidir, maalesef ikisinin bir arada çok iyi olduğu görülmemiştir diyorlar.
O zaman aşk hayatı bu kadar b-ktan giden birinin iş hayatının süppper olması gerekmez mi?
Ama o da ne?
Orası da sallantıda.
Hep problem, hep dert, hep çekişmeler, hep şikayetler...
"Kimse işini düzgün yapmıyormuş, kimse işten anlamıyormuş, onun işine burunlarını sokuyorlarmış anlamadıkları gibi, ortalığı karıştırıyorlarmış...vıdı vıdı vıdı..."
Kaç yıllık çalışma hayatında kaçıncı iş ve benzer şikayetler.
Tıpkı babası gibi.
Demek istemiyorum ama gerçekten öyle.
Yorumları bile.

Ve sürekli bir gerginlik hali.
Tutarsız davranışlar.
Hiç ona yakışmayacak kadar agresif tutumlar.
Bir cafede çalışan servis elemanına, ya da otopark görevlisine ya da sokaktaki birilerine...
Olmazzzz!

Oysa çok güzel bir kız.
Akıllı ve yetenekli aynı zamanda.
İşini çok seviyor.
Çok da iyi yapıyor galiba (ben anlamıyorum o işlerden hiç)

Hayatta mutlu ve başarılı olması için çok büyük bir engel koymuş önüne.
Kendini koymuş.
Kapı gibi, 1,70 cm...
Yazıkkk!

Nasıl yardım edebilirim bilmiyorum?
Yardım edebilir miyim aslında onu bilmiyorum.

Herkesin kendi hayatı diyor psikologlar.
Ama bu senin diğer yarın ise nasıl kayıtsız kalırsın?
Kalamazsın.

Ama çaresiz hissedersin.
Sinirlenir, kabul edemezsin.
Kafan karışır,
İşte aynen böyle kalır ne yapacağını bilemezsin...

VAMPİRLERLE DANS

Vampirlerin dünyasında kendimize nasıl iyi bakabileceğimizi öğrenmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Benim için de yeni bir kavram bu, geçen haftaya kadar haberdar değildim. Ta ki, hayatımın içindeki zor bir profili anlama ve yorumlama çabalarına girişinceye dek.
Bu konuya dair bir dizi kitap okudum, şimdi içlerinden oldukça çarpıcı ifadeler ve tanımlamalar veren birini sizlerle paylaşacağım:
Etrafımızda kanımızı emen insanlar olduğunu söylüyor okuduğum kitap. Bu insanlar evimizde, işyerimizde, sokakta kısacası her yerde olabilirler. Bir şekilde iletişim kuruduğumuzda, bizleri ağlarına düşürüp karınlarını doyuruyorlar. Bunu bilinçli olarak yapmıyorlar. Kurguları bu şekilde. Davranışları, hayata ve olaylara bakışları, algıları onları kan emerek beslenmeye yöneltmiş.
Kitapta vampirler şöyle sınıflandırılmış: anti-sosyal, dramatik, narsisist, paranoyak, obsesif-kompulsif.
- Anti-sosyallerin bağımlılığı heyecan. Sosyal kurallara aldırmıyorlar. Tüm istedikleri iyi zaman geçirmek, aksiyon ve isteklerinin anında doyurulması.
- Dramatikler ilgi ve onay için yaşıyorlar. İşinize ve yaşamınıza girmek için herşeye sahipmiş gibi görünseler de aman dikkat sergiledikleri tamamen şov.
- Narsisistler sadece egoları büyük olup başka herşeyleri küçük olan, kendilerinden başka kimseyi düşünmeyen tipler.
- Paranoyaklar hayattaki her türlü ayrıntıyı ve belirsizliği keşfederek yaşarlar. İlişkinizde size bunların detaylarını sorar ve her seferinde onların güvenini tazelemenizi gerektirecek davranışlar sunmanızı beklerler. Çok yoruculardır.
- Obsesif-kompulsiflerin bağımlılığı güven duygusudur. Herşeyi kontrol ederek bu güveni sağlayacaklarına inanırlar. Değişmez kesinliği olan kurallarla yaşar ve herkesin de uymasını beklerler.
Yukarıda yapmaya çalıştığım tanımlamalar bütünü anlamak için yeterli detayda değil ancak şu haliyle bile etrafımdaki insanları değerlendirdiğimde, bu tanımlamalara girenleri kolaylıkla ayırdedebiliyorum. Buna kendim de dahilim. Ayrı bir yazının konusu.
Hemen şunu belirteyim. Benim de düştüğüm bir yanılgı olduğu için açıklama ihtiyacı hissediyorum. Vampir dediğimizde her ne kadar “olumsuz”, “istenmeyen” bir şey algılansa da, buradaki kullanım amacı hayatımızın içerisindeki insan tiplerini tanımlayabilmek. Vampir tabirinin kullanımını da bu tiplerin davranışları karşısında kanımızın çekildiğini hissetmemiz, tansiyonumuzun yükselmesi veya düşmesi, midemize kramplar girmesi, kronik baş ağrıları, vb.etkiler olarak yorumluyorum.
Yazar diyor ki “İnsanlar kendi kendilerini deli ediyorlarsa nörotik ya da ruh hastasıdır, başkalarını deli ediyorlarsa kişilik bozuklukları vardır”. Ben de diyorum ki, bu insanların farkında olalım, mümkünse onlardan uzak duralım, yok illa birlikte olmamız gerekiyorsa da önlemimizi alalım.

Kitabı almak isterseniz adı Duygusal Vampirler, yazarı Albert J. Bernstein

Trajikomik iş görüşmelerinden biri daha...Bomba...

Zihnimde hala taze taze dururken yazmazsam çatlayacağım şu trajikomik iş görüşmelerinden birini.

Daha bu sene başında yaşadım. Çiçeği burnunda anlayacağınız.

Biliyorsunuz geçen yılın sonlarına doğru "executive search" işine merak salmış, bu alanda çalışan arkadaşlarımla görüşüp fikirlerini sormuş, onlardan dinledikçe iş için daha büyük bir heyecan duymaya başlamıştım.

Bu arkadaşlarımdan biri vesilesi ile Türkiye'nin bu alandaki önde gelen firmalarından biri ile randevulaşıp mülakat sürecine girdim.

İlk görüşmeyi firmanın kıdemli iki ortağı ile yaptım. Bunlardan biri hem yaş itibarıyle hem de ve dolayısı ile çalışma yılı olarak çok daha kıdemli bir ortaktı. Gelin ismi Şerafettin olsun. Diğeri ise hayatı boyunca bu işi yapmış ve güzel bir şekilde yükselerek şirkete ortak olma konumuna gelmiş akıllı fikirli bir beyefendiydi. Onun ismi de Osman olsun.

Görüşme sırasında sorulan sorular, gösterilen ilgi ve görüşmenin sonundaki "Zaten sen burası için çok uygun bir adaysın, ancak prosedür gereği bir kaç test ve firmanın üçüncü ortağı ile tanışıp görüşme işlerini de toparlayalım..." mesajından sonra kendimi firmaya girmiş ve çalışıyor hissettim.

İkinci görüşme ve web tabanlı test bir sonraki hafta içerisinde gerçekleşti. Üçüncü ortak, firmada bir önceki yıl ortaklığa terfi etmiş, halinden, tavrından ve sorularından bende bir şekilde toy olduğu hissini uyandıran, iyi niyetli ve yine çok düzgün bir beyefendi idi. Onunla yaptığımız görüşmeyi bloğumda daha önce yazmıştım zaten. Eğlenceliydi...

Üç numaralı ortakla yaklaşık iki saat süren ve doğrusu kendimi çok başarılı bulduğum görüşme neticesinde, Osman Bey beni tekrar görmek isteyip yapılacak işin detaylarına ve firmanın geleceğine ilişkin vizyonuna dair bir kaç detay daha paylaşınca, artık başlamak için günleri sayar vaziyete geldim.

Bunun üzerine bir de İsviçre'deki "Büyük Ortak" ile konferans görüşmesi yapıp Mr Büyük Ortak'ın telefonu kapatmadan önceki "Seninle tanışmak için sabırsızlanıyorm. Ne zaman başlıyorsun?" sorusu üzerine ne kadar kopmuş vaziyette olduğumu belirtmeme gerek yok sanırım.

Sonra olaylar şu şekilde gelişiyor, en heyecanlı yere yaklaşıyoruz, biraz daha sabır rica ediyorum:

Mr Büyük Ortak ile görüşmemizin hemen ardından telefonum çalıyor.
Arayan Osman Bey. Görüşmemin nasıl geçtiğini merak ettiğini, Mr Büyük Ortak ile konuşmadığını ancak acaba Mr Büyük Ortak'ın benim en çok ne yönümden etkilenmiş olabileceğini soruyor.
Mr Büyük Ortak ile konuşmamış ancak bir şekilde benden etkilenmiş olduğunu biliyor, nasıl oluyorsa...
Ardından, şirketin bir kaç gün sonraki yeni yıl partisine davet ediyor beni.
Ekibin kalanı ile tanışmam için.
Ve ta ta ta tammmm...

Ofisteki partiye gidiyorum.
Ilk görüşmeyi yaptığımız Şerafettin Bey orada. Göz göze gelince birbirimize doğru yürüyor ve sohbete başlıyoruz. O kadar sıcak bir karşılama yapmış olmasa beni hatırlamamış olma ihtimalini düşünebileceğim. Kısa bir sohbet yapıyor ve yerlerimize dönüyoruz.
Bu arada ekibin geri kalanı ile tanıştırılıyorum.
Her şey mükemmel.

Bir sonraki gün cep telefonum çalıyor.
Arayan Şerafettin Bey.
Güzel bir haber verecek diye sevinçle alıyorum telefonu.
Şerafettin Bey hal hatır sonrası söze "Dün partimize gelmişsiniz karşılaşamadık, çok üzüldüm..." diyerek giriyor.
Bir anlık sessizlik.
"Alo, orada mısınız?"
"Buradayım Şerafettin Bey...".
Aklımdan bin tane şey geçiyor o anda, adam şaka mı yapıyor? Bu o adam değil başkası mı? Alzheimer mı acaba? Hay Allah...
"Nasıl karşılaşmadık Şerafettin Bey, hatta sizinle sohbet bile ettik" diyerek damardan giriyorum lafa.
Bu sefer afallama sırası karşıda.
Ama çabuk toparlıyor, yılların tecrübesi ve "Hay aksilik, çok kalabalıktı, çok fazla insanla tanışıp görüşüyoruz..."
Ama bence bu toparlama değil.
Sonrasında da bana, hiç beklenmeyen bir takım gelişmelerden, bu nedenle pozisyonun geçerliliğinin kalamayabileceğinden, "ama yine de..." şeklinde bir şeylerden bahsediyor.
Artık dinlemiyorum.
...
Yıkılıyorum o an çünkü aklımdan geçenler:

Herşey bu kadar sahte olmak zorunda mı?
Beni tanımadığı anda neden "yılların tecrübesi" ile kim olduğumu öğrenebilecek sorular sormaz?
Ya da direkt beni çıkaramadığını söylese bu düştüğü durumdan daha mı zor bir duruma düşecek?
Ya da ben daha mı çok kırılacağım?
Bu olaylar sonrasında diğer ortaklar neden beni arayıp uygun dille bir açıklama yapmazlar?
...

Peki hepsini bir kenara bıraksak ve "İŞ HALİ", "İŞ KAZASI" desek,
"bu acımasız iş ortamında herşey mümkün" desek,
bu insanlar kendi işe alım süreçlerini yönetemezken nasıl olur da Türkiye'nin önde gelen şirketi olup Türkiye'nin diğer önde gelen şirketlerinin Çok Üst Düzey Yöneticilerinin işe alım süreçlerini yönetirler?

Merak ediyorum...