Yeni işhhh...

Değişim rüzgarlarının başımda deli deli estiği günler...
Yeni bir başlangıç, yeni bir iş...
"Nerede kalmıştık?" diyerek başlamak geliyor içimden 2002'lere seslenerek.
Evet Andersen yıllarına...
Yakında daha fazla bilgi vereceğim :)

Yorumlara devam!!!

Sevgili takipçilerim,

Teknoloji konusunda kazmadan hallice bir arkadaşınız olarak bir zamanlar blogumdaki ayarlarla iyi birşeyler yaptığımısanarken "yorumlar" kısımını uçurmuşum.

Bunu ilk haber veren Banu olmuştu. Ama nasıl toparlanacağını tam bilemediğim için ilk tepki olarak, Banu'nun sözlerini kulak arkası ettim :)

Bugün kardeşim de aynı uyarıyı yapınca, gece eve döner dönmez bu işe el attım.

Meğer hiç de sandığım gibi zor değilmiş.

Hallettim anlayacağınız.

Yorumlarınız her zaman beni mutlu ediyor!

Sevgilerimle!!!

BEN

BEN!
Bundan yaklaşık 14 yıl önce bir kızla tanışmıştım. Nasıl azimli, çalışkan ve becerikliydi anlatamam. O sıralar bir yandan üniversitede okuyor, bir yandan bizim davet, toplantı, açılış ve benzeri organizasyonlarımızda hosteslik yapıyordu.
Bir keresinde uluslararası bir firmanın Rusya'daki yöneticilerinden biri iş treklif etmişti, ancak o hala eğitimine devam ettiği için ilgilenmemişti.
Başka bir sefer, görev aldığımız bir organizasyonda bize yemek olarak sandviçler vermişlerdi. Bu kız içine bakıp, "bu peynir ekmekle geçiştiremem ben yemeği" demiş, sandviçi bir kenara atmış ve hepimize mutfaktan kallavi yemekler getirtmişti. Tanımadığı yoktu, olmadık yerlerde olmadık kişilerle ahbaplığı çıkardı ortaya. O otelde de aşçıyı tanıyordu. "Ne kaprisli ama dediğini de yaptırıyor" diye düşünmüştüm o zaman.
Bir ara, sürekli Vancouver'dan bahsediyordu. "Kanada çok soğuk ama Vancouver güneyde kalıyor, o yüzden daha iyi bir iklim; şu zaman gitmeyi planlıyorum , vs" şeklinde anlatıp duruyordu. İlk defa ondan duymuştum Vancouver'ı.
1990'lı yılların başından bahsediyorum, o dönem hosteslik işleri yeniydi piyasada. Ve herhalde piyasada %30'luk bir istihdam sağlamıştı bu kız.
Yaptığı işi çok ciddiye alır, çok iyi yapardı. Üstesinden gelemeyeceği mesele yoktu. Yaratıcı zekası kuvvetliydi ve bunu çok iyi kullanırdı. Farklı bir duruşu vardı. Çevresi üzerinde müthiş bir etki yaratırdı.
En son 2004 yılında görüştük onunla...O sıralar Arthur Andersen'de çalışıyordu.
Sonrasında ne olduysa koptuk, neler yaptı?
Sonrasında neler yaptı anlatayım: Arthur Andersen macerası 2002'de bitti, Accenture oldu şirket. 2005'e kadar orada devam etti. Sonra Turkcell'deydi 3 yıl kadar. Ardından eşinin işi nedeniyle Hong Kong'a gitti.
Döndükten sonra ne yapacağına karar vermesi biraz zaman aldı. O da, yarı zamanlı olarak eşinin iş yerinde çalışmaya, bir yandan İspanyolca öğrenmeye, şan derslerine, şu anda yazmayı sürdürdüğü dergide yazmaya başladı. Ara sıra gelen iş görüşmesi tekliflerini değerlendirdi. Girdiği bazı mülakatları, saçma soruların sorulmaya başlandığı noktada kibarca terk etti. Kendini kişisel gelişim konularına adadı. Bu alanda eğitimler vermeye de başladı.
Şu anda, 2010 yılının son yazısını yazmakta :)
Evet, bu akşam tiyatroya gittim. Haluk Bilginer'in elinden Macbeth'e. Orada 14 yıl önce tanıştığım ama 2004 yılından beri görmediğim bir arkadaşımla, Aydın'la karşılaştım.
Tiyatro çıkışı oturup biraz sohbet edelim dedik. Bana beni anlattı. Ben de sanki yabancı birinden bahsediyormuş gibi dinledim onu, çünkü anlattığı şeylerin çoğu aklımdan çıkmıştı. Ama anlattığı beni çok sevdim. Yavaş yavaş hatırladım da. Ama neden şimdi öyle olmadığımı bilemedim. Birşeyler içimde o günlerde var olan enerjiyi tüketmiş. Kendimi dinlemek iyi geldi. En azından enerjimi geri kazanabileceğimi biliyorum çünkü o benim içimde olan birşey.
2011 hedefim sahalara bomba gibi dönmek! Ya siz? Eski bir dosttan dinlemek ister misiniz kendinizi? Ben size şimdiden iyi seneler diliyorum!

Düz yazı

En basindan beri ''tek endisem'' dedigim ve aslinda tek olmayacak sekilde listeledigim hersey bir bir karsima cikti...
Hayatimda ''KESKE''leri barindirmamaya ozen gosterdigim icin; sakin ve emin adimlarla yonlendirmeye - yurutmeye calistigim bu surec, su veya bu sebeplerle herseye ragmen kendi kendini yok etti.Her ne sebeple olursa olsun (sen, ben, ucuncu sahislar, aileler, eski iliskiler, is, sorumluluklar vs...) demek ki yeterince saglam basmamisiz yere ve yeterince saglam temellerimiz yokmus.
Sarkilarin melodi veya ritimlerinden ziyade sozlerinin onemli oldugunu soylerdim ya sana, iste bunun sebebi ''sevdigim'' icindi. Sevdigimi soyluyorsam seviyorumdur ve bunun kimse tarafindan sinanmasina musaade etmem.
Hayatin cok kisa ve birlikte yasam surmenin inanilmaz bir beceri oldugunu yadsimiyorum. Mutlu olacagin kisiyi; sevmek, anlamak, durust olmak, her zaman/hep/her ne olursa olsun saygi ve guven ile konusmak, yani hak ettigini yasamak ve vermek inanilmaz zor bir secim kuskusuz. Yas ve tecrube olarak benden donanimli oldugun icin tabii ki bu yazdiklarimi cok daha iyi tanimlayabilirsin... Bu da bir baska gercek oluyor saniyorum.
Anlatmak istedigim sey kisaca su; her ne kadar artik bir onemi olmasa da (anlatmakta gecikmis olmam ve/ veya dinlemekten kacmis olman...) beni duymandan ziyade ''DINLEMENI'', bana bakmandan ote beni ''GORMENI'' isterdim... Sebebi nasili hic onemli degil, sadece dogru zamanda yaninda olup yeterince isteyerek yasamak diye ozetleyebilirim.
Sonucta; hersey hayata dair ve bizim hicliklere mecbur kalmamak icin kendimizi dengeleyebilmemiz gerekiyor. O butunluk bozuldugu zaman ise; ya deger verdigimiz/ verebilecegimiz birini kaybetmek, ya da deger vermedigimiz/veremeyecegimiz biri ile bosuna yasamaktir aslolan...
SY

Bu yazıyı ben yazmadım, Sinoşum yazdı.
Bana telefonda okudu.
Çok sevdim.
İşte burada...

Kick Boks macerası

Hakan geçenlerde kick boksa başlayacağını söyledi. "iyi" dedim. Doğrusu benim hiç ilgimi çekmedi.
Yine geçenlerde Çin'e gittiğinde bir dolu malzeme almış kendine antremanlarda kullanmak için.
ELi kolu dolu geldi yani.
Baktım hemen o hafta boks hocası ile randevu ayarlandı.
Hoca bir Pazar çıkıp bizim siteye geldi.
Ben de meraklıyım ya, hemen düştüm peşlerine, ve tuttum bizim spor salonunun yolunu.
Onlar hoca ile çalışıyorlar, ben yürüyüş bandında takılıyorum. Bir yandan da onları izliyorum.
Bizimkinin canı çıktı ilk yarım saatte.
Ama onu görünce ben de gaza geldim.
Aman ben de şöyle şekle şemale girecek birşeyler yapsam hocam. Şu kalçalar, göbek, hayatımızın bir parçası haline gelmiş olan selüliter falan nasıl kaybolur? tonundan girdim muhabbete.
Hoca da dünya şekeri bir adam. İki laf ediyor, üç gülüyor.
Hepimiz keyifliyiz yani.
Spor sonrası hep birlikte geldik bizim eve.
Çay demledim, oturduk sohbet muhabbet gidiyor.
Hoca bize program yazdı. Haftanın her günü yapılacak hareketler.
Motivasyonlarımız tavan yapmış.
Ben kendimi plajda hayal ediyorum böyle Raquel Welch gibi falan...
Aaaa, o kadar yeni taş varken aklıma gele gele kim geldi bakar mısınız?
Offf, amma eskidim yahu!
Annemin dönemine takılmaya başladım...
Biraz erken oldu :)

Neyse, işte hal böyle.
Bir sonraki gün İspanyolca kursuna giderken bizim kızlara anlatıyorum, "başladım spora. Çok iyi olacak. Haftalık program. Taş. Hoca süper. Aktifiz heyecanlıyız!"...
Sonra,
Şu ana geliyoruz.
bu hadisenin üzerinden 2 hafta geçmiş.
Ne Hakan ne ben o güzel Pazar'dan sonra spor salonunun yolunu bulamadık.
Her akşam bahaneler diz boyu.
İsteyince insan ne güzel bahane uyduruyor yahu!

Veee,
Hakan'ın boks çantası çoktan dolabın üstüne kalktı bile!!!

Ne maymun iştahlıyız!

İstiyorum şekle girmek ama aksiyon yok kardeşim.

Bu disiplin nasıl gelecek bana?

Yazmazsam ağlayacağım

2010 yılı. Günlerden Pazartesi. Akşam vakti. Saat 20:10.
kapımız çaldı ve Hakan'ın sipariş ettiği buzdolabımız geldi.
Bir baktım dev gibi bir kutu.
Hakan bana bakıp "152 kilo" dedi.
Ne???
Ama karşımda sadece 2 adam var.
"Yani bu iki kişi mi taşıdı?" diye sordum gözlerimi kocaman açarak.
Hakan 1 işareti yaptı.
Daha çekingen duran, işçi önlüğü giymiş adamı göstererek. Daha zayıf olan adamı...
İçim acıdı.
Boğazım düğümlendi.
"Size bir bardak su vereyim" dedim.
İstemediler.
Çekindiler mi, müşteriden su içmek yasak mı bilemedim.
Sordum "Siz bu saatelere kadar çalışıyor musunuz? Mesainiz ne zaman bitiyor?" diye.
"Ablacığım sevkiyat var. Bitene kadar. Çalışmaya devam" dedi.
Yani sabaha kadar sürse, o öekingen incecik adam kim bilir kaç katı sırtında yüzlerce kilolarla çıkacak.
Hakan o sırada bir şeyler imzalıyor.
Kredi kartı, vs... bir problemler oldu...
Aklı tamamen operasyonda.
Bense takıldım kaldım.
Acele acele mutfağa gittim, ikram edecek br şeyler için.
Mercimek çorbası vardı, yemeğe oturmak üzere ısıtmıştım ama onlara nasıl vberebilirdim ki?
Ya da taze çayım olsaydı şöyle demlenmiş...
Bilemedim.
Mutfakta bir o tarafa bir bu tarafa kah çekmecelere, kah eski buzdolabının içine bakarak ikram edecek bir şeyler aradım.
Sonra bir paket keki gördüm çekmecede. Vişneli.
Madem işleri bitmemiş, yolculuk devam ediyor, yanlarına vereyim diye düşündüm. Hiç olmazsa yolda yerler, ağızları tatlanır.
Verdim...
Aldılar tebessümle...
...
İş kanununda yok mu çalışanı koruyucu maddeler?
Bir kişi 150 kilo taşıyabilir, sırtında 150 kilo ile kim bilir kaç kat çıkabilir mi?
...
Ben hep buralardayım işte...
Sinmiyor içime...

Şu an. Yapabileceğinin en iyisi. Yap.

Az önce Sinoş'tan bir mail geldi.

Birşeyler yazmış ve devamını yazmam için bana göndermiş.

Şu anda içinde bulunduğu süreçle ilgili yazdığı bir kaç satır.

Ben de ona aşağıdaki cevabı verdim.

Ve kafası karışık olan, anlatacak bir şeyleri olan herkese, veya olmayanlara da, içlerini dökmek isteyen veya o veya bu şekilde offf, işte diyorum ki:

"bana kalirsa icinden ve aklindan gecen herseyi, bu konuyu sanki seni
cok iyi anladigini bildigin birine anlatiyormussun gibi yazarak cok
guzel bir sey yapmis olursun canim.

kafanin biraz karisik oldugunu biliyorum.

bu cok normal inan bana.

hep ogretilenler, kurallar, "olur/ olmaz"lar var hayatta. Bu
kosullandirmalar, bazen icimizdeki sesi duymamizi engelliyor.

yazarak, bu önyargilardan uzaklasabilir, icindekileri dokebilirsin...

bu konu senin konun, su anda senden daha iyi yazamaz kimse... :)

sunu unutma, kimse hayatinda herseyi cozmus degil.

oyle olsa acaip sıkıcı olurdu zaten.

hayatta mutlak dogrular ve yanlislar da yok.

sen ne istiyorsun?

onemli olan bu...

ne istiyorsun Sinem???

onundeki 5 yili, 3 yili, 10 yili sormuyorum,

su anda ne istiyorsun?

yakin gelecekte ne hayal ediyorsun?

ne seni mutlu eder?

daha uzun vadeyi planlamak iyi tabii ki, ama yoksa da yoktur...

bir gun gelir ve olur o da...

o zaman, su ana odaklan...

kendin icin yapabileceginin en iyisini yap..."

Bir milonga hatırası

Hayatınızda hiç milongaya gittiniz mi?
Milonga da ne demek diye sorduğunuza göre, gitmediniz.
Ben de daha bir kaç sene önce öğrendim, oralara giden arkadaşlarımdan.
Sözlükte milonga için “Arjantin ve Uruguay kökenli bir müzik ve dans türüdür, ayrıca Arjantin Tangosu’nun yapıldığı partilere de verilen isimdir.” deniyor.
Geçenlerde çok sevdiğim bir arkadaşım milongaya giderken, peşine takıldım. Yıllardır tango yapar, bana da söyler “Çok seversin, çok yakışır sana, bir milongaya gel ve gör...” şeklinde, bir türlü fırsat olmadı.
Ama o akşam, o davet etmeden ben atladım. “Gidip bir göreyim bakayım, neymiş bu bir sürü insanı peşinden sürükleyen, geceleri başlayıp sabahlara kadar süren, enerji patlaması yaşatan, tutkuyla, hasretle anlatılan olay?” dedim kendi kendime.
İyi ki de gitmişim!
Taksim Sıraselviler Caddesi’nde, eski bir apartmanın, apartmandan daha da eski bir katında; tavanları işlemeli, aynaları varaklı, yerleri çocukluğumuzun ince, doğal ahşap parkelerinden, kapıları üç metre yüksek dairesinde, yedisinden olmasa da yirmiyedisinden yetmişine çok hoş bir topluluğun gecesine ortak oldum.
Hanımlı, beyli bu cemaatte, herkes, müziğin tutkulu ritmleriyle dans etmekteydiler.
Hanımlar, ince topuklu, narin, bantlı ayakkabıları ve birbirinden şık kıyafetleri ile göz alıcı bir zerafet içerisinde salınırlarken, beyler de hiç günlük hayatta görmeye alışık olmadığımız bir kibarlık ve hassassiyetle partnerlerine eşlik etmekteydiler.
Kendimi sanki 1950’lerde çevrilen bir filmin setindeymişim gibi hissettim. Etrafıma bakıyor, hem ortamın, ışığın, müziğin, hem de insanların detaylarını dikkatle inceliyordum. Her detay başka bir yerlere alıp götürdü beni. O yerlerden bir şeyler alıp geri geldim sanki.
İçim dans edenlerin sıcak enerjisi ile doldu. Yüzümdeki gülümseme ile, sanki bir daha asla kaşlarımı çatamayacakmışım gibi gevşeyen yüz hatlarımla ben, o gece, orada, uzun zamandır hissetmediğim bir dinginlikle sanki masmavi bir gökyüzüne, ışıldayan bir güneşe doğru kanat çırptım ağır ağır...
O gece, 36 yaşındaydım. İlk defa milongaya gitmiştim.
Acaba dünyada başka ne güzellikler var henüz karşılaşmadığım?
Hepsini vakitlice tadacak kadar şanslı olacak mıyım?
Demek ki, bir şeylere saplanıp kalmamalı. Algıları hep açık tutmalı.
Çevredeki hareketliliğe dikkat etmeli. İnsanlar neler yapıyorlar? Bilmeli...Anlamalı...Tanımalı...Sevmeli!
Hayatın sunduklarının tadına varmalı.

Ne güzel bir noktada kalmışım!!!

Bir baktım, en son planlayıp da yapamadığımız Roma seyahatini yazmışım.
Hayat öyle garip ki biz bu seyahati yaptık :)
Hem de olamayacağını yazdıktan kısa bir süre sonra.
Demek ki "herşeyde bir hayır varmış" dedim hatta...
Eğitim işi bir şekilde olmadı.
Gerçekten komik bir durum!
İyi ki de olmamış.
Bastık gittik Hakkuş'umla!
Bir gezdik, bir gezdikkk...Doyamadık ikimiz de...
Daha dönmeden bir daha ne zaman gideriz'in planını yapıyorduk.
Amaaaa bir sonraki gidişimizde, Roma hakkında birşeyler okuyup öyle gideceğiz.
Roma'yı yazmalıyım.
İzlenimlerimi not ettim, defterimden buraya aktaracağım.
Hem bizim bir sonraki gidişimize, hem de siz takipçilerime lazım olacaktır!
Muhakkak görün ROMA'yı!
Nasıl değiyor anlatamam!
İşin keyifli yanı, döndükten bir kaç gün sonra şu anda vizyonda olan "Eat Pray and Love" filmine gittik arkadaşlarla. Filmin bir kısmı Roma'da çekilmiş. Hakkuş'la izlerken, birbirimize "Aaa şu arabayı görmüştük, aaa şurada oturup birşeyler içmiştik, aaa...." şeklindeydikkk :)
Sevgilim yarın Hong Kong'a gidiyor :( ben buradayım...Tam 5 koca gün ayrı kalacağız! Poffff...
Sevmiyorum ondan uzak olmayı, sevmiyorum hiç sevmiyorum ayrı kalmayı...
Geçenlerde işlerinin bir parçası olarak sürekli seyahat eden arkadaşlarımızı düşündüm. Ne zor! Ben hiç istemezdim Hakkuş'tan öyle sık sık kopacak tempolarda olmayı...
Bu ara düştüm yine onun üzerine deli gibi :)
Ara ara geliyor işte!
Sanırım keyifli işlerle uğraşıyor olmamın da etkisi var bu modumda.
İnan bana insanın keyfi yerinde olunca herşey güzel oluyor!
Hayatımızın en önemli mutluluk unsurlarından biri de işimiz! Zamanımızın acaip büyük bir kısmı orada geçiyor.
bu yüzden aman dikkat!
Bizi yiyip bitiren işlerden uzak kalabilmek
ve
Kocaman mutluluklara yelken açabilmek dileğiyle!

O la la!!!

Planlar, değişimler, ondan şundan

İnsanın programı nasıl da hızla değişebiliyor!
Gelecek hafta Hakkuş'la beraber Roma'ya gitmeye karar vermiştik.
Pazar günü gidip 3-5 gün kalıp dönecektik.
Ama bir kaç gün önce bir arkadaşım aradı ve yurtdışı bazlı bir eğitim firmasının Türkiye'de yatırım yapmaya karar verdiğini, gelecek hafta da "eğiticinin eğitimi" başlıklı bir programın olduğundan ve benim CV'mi iletmek istediğinden bahsetti.
Eğitim işlerine girmiş bulunduğumdan bunun güzel bir fırsat olduğunu düşündüm ve bizim Roma programını iptal ettim.
Şimdi de, Eylül ayındaki kontenjanın dolduğu, benim Ekim'deki postaya kaldığım haberi geldi.
Bir anda bütün ajandam değişti.
Şimdi tekrar Roma gündemde.
Ancak bir kere değişikli olunca insanın hevesi kaçar ya, o vaziyetteyim.

Bir yandan iş görüşmesi yapıp hala haber beklediğim iki firma var. Bu durumun bu kadar uzamış olması pek sevimsiz. Hele benim gibi belirsizlikleri sevmeyen biri için.
Bu arada, haber beklesem de aslında her iki iş için de ne kadar istekli olduğum tartışılır...Bak bunu bile etraflıca düşünmeye zaman ayırmıyorum.
Hay Allah :)

Bunun yanında sağolsun çok sevdiğim arkadaşlarımdan gelen fırsatlar var. CV'mi oralara da iletmiş bekliyoruz bakalım neler olacak diye.

Tabi bunların yanında ben boş durmuyor bizim bölgede emlakçılık yapıyorum. Bir dakika, yapmaya çalışıyorum demek daha doğru olur çünkü tabii ki olayın çok başşındayım henüz...Ama umudum var, bir ev satarsam güzel paralar gelecek :) Boş duranı kimse sevmez diyor ve geliyorum, komşularımın emlak ofisine. Ekip de çok şeker, gırgır şamata geçiyor günler...

Hayatım hiç de fena değil aslında :)