Az önce Yıldız Kenter'in "ayakta kalmak" ile ilgili şiirini okurken aklıma geldi.
Ben de bir keresinde çok fena bir şekilde ayakta kalmıştım.
Çalıştığım çok büyük şirketin katıldığı çok büyük bir organizasyonda, Genel Müdür'ün hemen arkasındaki koltukta oturmuş açılış konuşmacısını izliyorum.
Adam iddialı bir konuşma yapıyor, tüm salon kalkmış ayakta alkışlıyoruz. Sıradaki diğer konuşmacı sahneye çıkarken bizler de yerlerimize oturmaya hazırlanıyoruz.
Bir de ne göreyim, benim uyanık yöneticim nereden gelmişse gelmiş, nasıl becermişse becermiş ve benim koltuğuma kurulmuş.
Bu esnada, tüm salon oturmuş, haliyle yeri kapılmış olan ben kabak gibi ayaktayım. Üstelik tam da protokolün arkasındaki sırada...
"yahu neler oluyor, senin ne işin var burada?" diyeceğim, ama hatun pişkin, hiç yüzüme bakmıyor, sahneye doğru kenetlemiş gözlerini.
Eee, fazla kibar olmak bazı durumlarda, bazı insanlara derslerinin verilmesi gereken noktalarda kesinlikle çok büyük bir eksiklik ancak bende bundan fazlaca bulunmakta.
Tıs tıs arkalara doğru ilerliyorum, burnumdan soluyarak. Ancak sinirden çok şaşkınlık içerisindeyim. Nasıl böyle bir terbiyesizlik olabilir anlam veremiyorum.
Sonrasında da bu konuda konuşmuyorum hatun kişiyle.
Belli ki ortada bir anlayış farkı var. Konuşmak enerji kaybı...
Geçenlerde Sinoş'la konuşurken bence çok doğru bir yorum yaptı bana. Dedi ki "Sen çok steril ortamlarda bulundun hep, iş hayatının kirli yüzleriyle baş edebilecek tekniklere ve donanıma sahip değilsin. O arka sokaklar sana göre yerler değil. Orada nasıl mücadele edilir bilmiyorsun..."
Çok doğru bir tespit.
Bu durumda ne yapılabilir?
a) Pisliklerle mücadele teknikleri konusunda eğitim
b) Pisliklerin olmadığı ortamlarda çalışma
ben hemen b'yi alıyorum. Böylece ben, ben olarak kalabilirim...
Geçenlerde PAN Seda da "sen başkalarına benzeme sakın, hep böyle kal" demişti, ben de aynı sözü çok sevip Elif'e söylemiştim. İşte böyle bir zincir başlamış durumda.
iyiliğin çoğaldığına hepimiz şahit oluyoruz!
Yuppppiii!

Kraliçe Lear ve Yıldız Kenter'in Bitmeyen Çekirdekleri

Bu gece onu sahnede izlerken, oyundan çok 83 yaşındaki bir kadının performansını takip etmeye çalıştığımı fark ettim. Büyük bir hayranlık, gözlerime zorlukla inanabildiğim duruşlar, çevik ve kıvrak hareketler, koltuğun üzerindeki dönüşler, sonra bir zıplayışta sahneye konmalar, aksiyon, heyecan ve sonsuz enerji!!!
Çok yaşa Yıldız Kenter!
Oyun öncesinde bizim amatör tiyatro ekibimizden Serpil yaşlılıktan korktuğunu söylediğinde, "aman ne korkuyorsun, bak amuda kalkacağız daha" demiştim.
Oyun boyunca da Yıldız Kenter'in amuda kalkacağı anı merakla ve sabırsızca bekledim.
O sahne gelip çattığında, bir insanın önündeki en büyük engelin kendi olduğunu bir kez daha anladım. Yıllara, öğretilere, ezberlere ve basmakalıp olan her şeye inat, bu muhteşem insan kim bilir kaçıncı oyununda kaçıncı kez sahnede tepe taklak durabiliyordu!
Kendime olan güvenim yerine geldi.
Ben de yapabileceğim demek ki. Bundan 50 yıl sonra benim de bunu becerebilme şansım olabilir.
O zaman çalışmak lazım.
Her zaman söylerim "işleyen demir ışıldar" sözünü ne kadar doğru bulduğumu...
Eylem Yalın

"insanın ortak kaderi doğum, ölüm ve o aradaki zaman, yaşam...
doğmak, ölmek isteğe bağlı değil...
ölmek, belki bazen.
bize düşen yaşamak. koşullar ne olursa olsun yaşamak... ayakta kalmak...
hadi sıyırttın sıyırttın, hayatta kalabildin zar zor...
uzun yaşamak, bir ayricalık. iyi, güzel...
ama ayakta kalmak, kalabilmek.
ceza! müthiş bir ceza!
ilkokuldaydım, birinci sınıfta. hiç unutmadığım bir cezaya çarptırıldım.
karatahtanın önünde, sırtım sınıfa, yüzüm karatahtaya dönük, ders bitimine kadar kıpırdamadan ayakta durmak...
utanıyorum, midem bulanıyor. ölmek istiyorum.
herkesten nefret ediyorum, herkes ölsün istiyorum.
sonra bir ara cebimdeki kabarıklığı hissediyorum:
kabak çekirdeklerim!
bir kuruşluk kabak çekirdeği almıştım, bir tane bile yemedim.
mahmut'la (benden birbuçuk yaş büyük ağabeyim; üçüncü sınıfa gidiyor) eve giderken yiyecektik.
evimiz taa tepede, abidin paşa köşkü'nün orada.
bahardı... bademler açmış, tepeye giden toprak yol bomboş.
ev yok pek. apartman hele hiç yok. göz alabildiğine tarla.
papatyalar, gelincikler.
hadi be sen de!.. ne diye ölecekmişim... mati'ciğimle güzelim dağ yolunda çekirdek yiyerek, konuşa gülüşe eve gitmek varken!
şimdi dönüp geriye baktığımda, hep çekirdek misali umutlar peşinde ayakta kalabildiğimi görüyorum.
öleceğimi bile bile bir çekirdek uğruna bu kadar çaba, çırpınma!
değer mi?..
birşey yap, met'i anımsıyorum, sevgili aziz nesin'i... içim ısınıyor yeniden.
kalk hadi diyorum, durma koş, birşeyler yap. yaşa...
dur diyorlar bir yandan da, koşma... yeter dinlen artık. koşma...
öl artık!
ama çekirdeklerim bitmedi ki daha..."
demiş Yıldız Kenter...

Ayyy ne güzel insanlar var!

Yakın zamanda hayatıma giren Elif'ten bahsetmek istedim. Turkcell'den tanıdığım bir arkadaşımın eşi. Annemle CKM'de tiyatroya gittiğimiz bir akşam tesadüfen tanıştık. Hayatın çok ilginç rastlantılarından biriydi bence, çünkü o dönemde ben harıl harıl şirketlere eğitim verebileceğim bir platform aramaktaydım ve Elif tanışıp konuştuğumuz o kısacık zamanda bana bir anda "Eğitim vermeyi düşünür müsün?" diye sordu. Oysa konuşurken eğitimle ilgili hiç birşeyin bahsi geçmemişti...
Evrenin sihirli geri dönüşlerinden birini yaşadığımı düşündüm. Evet, demek ki yeterince doğru mesaj göndermiştim ilgili yerlere ve cevap da kısa sürede kucağıma düşüvermişti.
İşte böyle başladık Elif'le görüşmeye.
Çok uzun sohbetler yapacak kadar görüşmedik ama birlikte geçirdiğimiz zamanlarda, öyle seri bir şekilde o kadar canalıcı konular konuştuk, hayatlarımızın öyle özellerini anlattık ki, onu yıllardır tanıyormuşum gibi hissediyorum.
Hayatıma harika bir renk, müthiş bir enerji getirdi.
Dünyada iyi insanlar var! Kesinlikle, faydalı, mutlu, huzurlu, başkalarının da mutluğunu isteyen insanlar var.
Elif'le her konuşmamızda, zihnimin derinliklerindeki farklı pencerelere dokunuyor.
Kendimi çok iyi hissediyorum, beni ben yapan özelliklerimi daha çok seviyor ve takdir ediyorum.
Bunları söylüyorum, çünkü etrafındaki herşeyin çarpık, yarım yamalak, yanlış ve eksik olduğu noktalarda, sen kendi doğru bildiklerinden şüphe eder hale geliyorsun.
Oysa, benzerlerinle karşılaştığın zamanlarda, umudun yerine geliyor. Toparlıyor ve tekrar sağlıklı düşünmeye başlıyorsun.
Elif iyi ki çıktın karşıma.
Tam zamanında geldin üstelik.
Yakında Elif sayesinde hayatımda büyük bir güzellik olabilir.
Şimdilik gizli. :)

Saf mıyım, salak mıyım yoksa her ikisi de mi?

Acil bir iş için İstiklal Caddesi'ndeki Ziraat Bankası'na uğramam icap etti. Arabayı otoparka bırakmak için girişe yöneldiğimde genç bir arkadaş el kol hareketleriyle dolu olduğunu anlattı. Ben işim kısa sürecek nasılsa diye açtım camı, başladım bağırmaya...dermişim :) Yok öyle olmadı. Açtım camı, şirinliğimi takınıp "kısa, aman idare, vs" dedim.
Genç arkadaş da "yüzünüz iyi bir insan yüzüne benziyor, hadi alayım anahtarı" dedi. Ben de sevinçle fırladım gittim. Yürürken bir yandan da ne kadar şanslı olduğumu, etrafta ne iyi insanlar olduğunu düşündüm. Bir yandan da yüzüm iyi insan yüzü diye iyice bir sevindim.
İşim 10 dakika sürdü sürmedi, çünkü halledemedim, gerisin geri arabaya koştum. Genç arkadaş gülümseyerek gelip anahtarı verdi ve "10 TL" dedi. Yahu ben oraya normal zamanda 5 TL veriyorum. Nasıl oldu bu 10 TL? demedim, içimden geçirdim. Ve paşa paşa verdim.
Böylece iyi insan yüzünün ne demek olduğunu anladım.
"Etrafta ne iyi insanlar var" derken ne kadar iyimser davrandığımı da keşfettim.
Anlayacağınız 10 TL'ye güzel dersler aldım.
Daha ne olsun...

Amanın dizide oynama hayalim gerçek mi oluyor yoksa?

Dün bir ajansa gittim. Bağlı olduğum cast ajansından bir sms gelmişti, bir dizi için cast arandığına dair. Ben de gönderilen rolü okudum ve gittim işte. Bu ajans dünyası benim alışık olduğum profesyonel hayattan çok farklı. Tam 1 saat bekledim. Oysa benden başka kimsecikler de yoktu. Ajansın ekibi dahil olmak üzere :) rahatlar kardeşim, diyorum ya farklılar işte. Bunu şikayet etmek amacıyla söylemiyorum kesinlikle, aksine her zaman yaşadıklarımın öylesine dışında ki hoşuma gidiyor bu durumlar. Bazen...
Aslında iyi ki beklemişim çünkü rolümü tam ezberleyememiştim. Çalışmak için bahane oldu. Böylelikle tek bir çekimde işimiz bitti. Sanırım 5 dakika kadar sürdü.
1 saat bekle, 5 dakikada çekim olsun ve bitsin.
Diyorum ya, keyfim yerindeydi. Durmadım üzerinde. Hem çekimi yapan arkadaş sağolsun epey yardımcı oldu (ilk çekimim olduğunu söyledim girer girmez).
Bu arada hemen belirteyim, bu cast seçimi için ön elemeydi.
Bugün ses çıkmadığına göre, herhalde olmadı ama güzel bir tecrübeydi.
Fırsat buldukça katılacağım bu deneme çekimlerine, taa ki bir reklamda veya dizide oynayana dek...

Unutmak ve unutulmak


Bazen konuştuklarımızı hatırlamadığımı fark ediyorum. Zaten daha önceden bildiğim şeylere, sanki ilk defa duyuyormuşum gibi tepkiler veriyorum. Unutuyorum anlatılanları. Neden?
Belki ilgimi çekmiyorlar, belki dalgınım o sırada ama dinliyormuş gibi yapıyorum, belki aklım başka yerlerde...
Son zamanlarda en yakınım da bana aynı bu şekilde davranıyor. Unutuyor anlattıklarımı. Sanki ilk defa duyuyormuş gibi şaşırıyor.
Bir süre ben de emin olamıyorum o mu yanlış yoksa ben miyim tuhaf olan.
Ama sonra anlıyorum ki ben de unutuluyorum.
Belki çok sıradan geliyor anlattıklarım, belki sıkıcı, belki hep tekrarlıyorum kendimi, belki...
Sevmedim bu halleri. İyi ki bana da oldu da nasıl bir şey olduğunu anladım unutulmanın.
Acıymış.
Anlamsız hissettiriyor insana kendini.
Anlattıklarından da soğutuyor, anlattığından da...

Ekranlar ve reklamlar


Dün bir yönetmenle tanıştım. Şu bildiğimiz film, dizi, vb işleri yürüten yönetmenlerden. Walla hayatımda ilk defa bu meslekten biriyle tanıştığım için hevesle anlatacağım. Aslında bu kadar istekli olmamın altındaki sebep yıllardır bitmek tükenmek bilmeyen meşhur olma sevdam :) hani "ekranların sevilen yüzü" olayı var ya, ondan işte.
Bu yönetmen tanıdığımız bildiğimiz biri, o yüzden ismini kullanmayayım, ondan Şeyh diye bahsedeyim istiyorum. Nedenini sormayın, öyle geldi içimden.
Şeyh çok sevdiğim bir arkadaşımın arkadaşı.
Sağolsun kamera önü ile ilgili tüm sorularıma sabırla cevap verdi.
Ekranlara adım atmak için neler yapılması gerektiği gibi basit ve sıradan sorulardan tutun da, mimikler az mı çok mu olmalı, benim yüzüm kameralar için uygun mu yoksa sıradan mı, iş yapar mı yoksa yapmaz mı,.... gibi bir dolu detaya kadar içimde yıllardır büyüyen bütün soru işaretlerini neredeyse nefes almadan tek tek sıraladım. Hazır bir yönetmene ulaşmışken fırsatı iyi değerlendirmekte fayda var diye düşündüm. Öyle değil mi? Ne de olsa 20 senedir beklemişim bu tanışmayı...
Sağolsun, Şeyh hem çok kibar hem de herşeyi anlayabileceğim bir açıklıkla, kendi işime bakmamı söyledi. Bildiğim işe...Offff... Ama bu benim hayalim, denemek istiyorum, belki çok iyi olacak!!!
Bazı soruları biraz daha teşvik edici cevaplar alabilirim umuduyla tekrar tekrar sordum. O da üşenmeden yeniden cevapladı. Ama heveslendirecek bir kelime bile kullanmadı.
Onu çok haklı bulduğum noktalar olsa da, içimdeki kamera önü sevdasının ateşi sönmedi. En azından bir reklam filmi çekimi deneyeyim diyorum. Hani tiyatro için derler ya "sahne tozu yutmak", ben de set tozu yutayım istiyorum. Sadece 1 kez.
Hayatta istediği herşeyi denemeli insan.
Uygun zaman geldiğinde bunu yapmalı.
Benim için uygun zaman gelmiştir.
Deneyeceğim...

Aşkın kek kıvamında tarifi :)

Malzemeler:
Aşk
Heyecan
Çocuksuluk
Umut yaprağı
Aklıhavada çiçeği
Kalp çarpıntısı tozu
Mide burkulması otu

Yapılışı:
Heyecan ve çocuksuluğu coşuncaya kadar iyice çırpın. Öyle bir noktaya gelmeli ki, mutluluktan yerinde duramamalı. İşte tam bu esnada, biraz umut yaprağı ekleyip kıvam kazandırın ki kontrolden çıkmasın.
Ardından bir tutam aklıhavada çiçeğini ellerinizle ufalayıp karışımı renklendirin. Bu noktada çok eğlenceli bir hal almalı, hafif bir baş dönmesi, etrafınızda kelebekler uçuşması hissi yoğunlaşabilir, tadını çıkarın.
Hemen üzerine kalp çarpıntısı tozu ile mide burkulması otunu serpin. Aman dozuna dikkat edin, kararında olduğunda bundan daha tatlı bir karışımı hayal bile edemezsiniz.
Şimdi karışımınıza aşk iksirini ekleyin ama bu kısım çok önemli. Öncelikle tüm kalbinizle hareket etmelisiniz, yavaş yavaş, sabırla, özenle ve gerçek anlamda emek harcayarak...
Evet, artık aşk hamurunuzu zamana atabilirsiniz, derecesini ise siz çok iyi bildiğiniz için belirtmiyorum. O pişerken göreceksiniz ki siz sevdikçe büyüyecek, serpilecek ve kıvamını bulduğunda yine sadece siz bileceksiniz ...Ona doyamayacaksınız...

Yanlış anlaşmalar enerji kaybı değil de ne?


Yanlış anlaşılmayı sevmiyorum. Ben söylemek istediğini direkt aktaran bir insanım. Aklımın arkasında farklı fikirler olup da lafı eveleyip gevelemeyi, yokken var, varken yok demeyi beceremem. Tercih etmem.
Ancak iletişim gerçekten zor zanaat. Ne kadar eğitimini de alsan, bazı yerlerde, bazı zamanlarda, bazı insanlarla konuşurken bakıyorsun karşındaki bambaşka manalar yüklemiş konuşulanlara.
Dilim yandığı için yazıyorum.
Hemen herkesin de başına geldiği için paylaşıyorum.
Bu hadise beni rahatsız ediyor ne yalan söyleyeyim.
Hani kötülük düşünsem, tam da karşımdakinin çıkardığı anlamı ifade etmek istesem (yani doğru anlaşılsam) içim yanmayacak. Hiç demek istemediğim, aklıma bile gelmemiş olan garip sonuçlar çıkarılınca mutsuz oluyorum.
Ve şimdi yazarken fark ettim de, ifade ve mimikler konusunda yanlış mesajlar veriyor olabilirim zaman zaman ama eğer bir kimse diğerini dikkatli dinliyorsa, art niyetsiz yaklaşıyorsa, konuşulanlardan anlatılmak istenenin dışında mesajlar çıkarmaz. Üzgünüm ama durum gerçekten bu dostlar.
Dolayısı ile bundan sonra kendimi de gözlemleyeceğim ve bakayım aşırı hassas davrandığım durumlarda karşımdakinden önce benim aklımdan neler geçiyor...
Hodri meydan!

Alaçatı'ya kök salmak güzel...


Alaçatı bizim Hakan'la tanıştığımız yer. Rüzgar sörfüyle de tanıştığım yer. Dolayısı ile hem duygularıma hitap eden adamı bulduğum hem de adrenalin sevdamı giderebileceğim yeni bir kaynağa ulaştığım çok özel bir nokta.

Ege'nin serin sularının, insanı hoşça sersemleten rüzgarının ve her daim bir şekilde huzur veren havasının beni en çok etkilediği güzel köy...

Hakan'la tanıştığımızdan beri hayalimizdi o köye bir adım atabilmek, daha doğrusu bir ayağımızı orada bırakacak kadar kök salabilmek.

Aradan dokuz yıl geçti, biz her gidişimizde umutla bu günün gelmesini bekledik. Her seferinde "olacak elbette, zamanı var ama olacak" dedik.

Her seferinde daha bir bağlandık, daha bir sahiplendik.

Hep daha da oralı olduk.

Döndüğümüzde hep oradan bahsettik.

Ve 3 gün önce tüm hayallerimiz gerçek oldu.

Evet 5 Şubat 2010'da, Hakan'la tanışmamızın 9. yılında Alaçatı'da bir yer edindik kendimize.

Biliyorduk bir gün olacağını, işte şimdi o gün geldi, çok mutluyuz!

Farklı bir hismiş bu.

Toprak-Hakan-Ben-Rüzgar Gülleri...

Alaçatı...